Adresimiz değişti! Yeni sayfaya yönlendirileceksiniz. Yönlendirme başlamazsa lütfen şu adresi ziyaret edin!
http://yonetimnotlari.com

5 saniye içinde yeni adresimize yönlendirileceksiniz.


Bir şey eksik ama ne?

Öğrenme sürecinin birkaç aşaması var. Öncelikle neyi bilmediğinizi öğreniyorsunuz. Daha önce aklınızda olmayan yeni sorular ve boşluklar beliriyor insanın kafasında. Herhangi bir konuda daha önce duymadığınız ihtiyaç, öğrenme isteğinizi tetikliyor. İkinci adım bilmediklerinizi öğrenme kısmı, yavaş yavaş, hata yaparak işliyor bu kısım. Üçüncü aşama ise öğrenilenlerin içselleştirilmesi, özümsenmesi ve beyin tarafından otomatikleştirilmesi kısmını oluşturuyor. Son aşama ise artık öğrenilen şeyi düşünmeden tamamen otonom sinir sistemi ile yapmak ki bunun için çok fazla pratik gerekiyor.
Araştırmalar en çok hatanın 2. ve 4. kısımda oluştuğunu gösteriyor. Yani bir yeni yeni öğrenirken, bir de öğrendiğimizden kesin olarak eminken hata yapıyoruz. Hafızam beni yanıltmıyorsa bunu ilk kez NurdoğanArkış’ın bir eğitiminde dinlemiştim. Araba kullanmayı öğrenmeyi örnek vermişti.  Yeni araba kullanmayı öğrenirken hatalar yapılması, beyin her küçük hareketi tek tek düşünmek zorunda olduğundan oldukça normal görünüyor. Ancak usta sürücü olup artık aktif beyni tamemen devreden çıkaracak derecede aşırı özgüven de aynı şekilde hatalara yol açıyor.

Stratejik Düşün-me


Stratejik yönetimle ilgili daha çok şey yazacağım. Her nedense bu aralar bu konuya takmış durumdayım. İçgüdüsel olarak bu konu ve bunu çevreleyen yazılar, yayınlar, fikirler beni kendine çekiyor.

Almakta olduğum yüksek lisans eğitiminin de temel taşlarından birisi stratejik yönetim. Hatta işletmecilik yapacaksanız, bir kuruma katkı vermeye ya da o kurumu yönetmeye niyetleniyorsanız yaptığınız her işin, attığınız her adımın, söylediğiniz her sözün bu amaca hizmet etmesi gerekiyor.

Ama öncelikle bu stratejik yönetimin ne olduğunu nasıl anladığıma bakalım. Konuyla ilgili hatırı sayılır bilgiyi en azından okumuş biri olarak çıkardığım sonuç şudur:

-        -  Stratejik yönetimin ilk ve en önemli gerekliliği stratejik düşünmedir

Bu olağanüstü açıklayıcı bilgiyi verdikten sonra konuyu kapatsam danışman olarak iyi para kazanırım. Çünkü bu ve buna benzer tam olarak ne demek istediği meçhul, nasıl olacağı ise hayatın anlamı gibi tam bir sır olan birkaç beylik lafı biriktiren bu konularda ahkam kesiyor.

Eğitim olanakları


İnternet hayatımıza çok şey kattı, çok şey de aldı. Ama tartışılmaz bir gerçek olarak birçok konuda hayatın akışını geri dönülemez biçimde değiştirdi. Artık bilgiye ulaşamamak gibi mazeretimiz yok. Bilgi sahibi olmakla da çok övünülecek taraf kalmadı çünkü isteyen herkes hemen hemen her bilgiye erişebiliyor artık.

Bir önceki yazıda eğitimin içeriğinden ve kullanım şeklinden bahsedip sonra bu konudaki fırsatları belirteceğimi yazmıştım. Ara ara bu başlığa dönüp eklemeler yapmayı da düşünüyorum. Ancak maalesef imkanların hemen tamamı İngilizce bilmeyi hem de iyi derecede bilmeyi zorunlu kılıyor. İnternette en geniş bilgi/kaynak her zaman İngilizce dilinde maalesef ve Türkçe eşleniklerini bulmak pek kolay değil. Umarım birilerine faydası olur:

Eğitim! Ama nasıl ve nerede?

Eğitim artık önemli konular arasından çıktı, olmazsa olmaz konular arasına girdi. Rekabetin can yaktığı iş dünyasında lise mezunları çoktan tarih olurken yerini mutlaka üniversite mezunu olma gerekliliği almıştı. Sonra buna yabancı dil zorunluğu eklendi. Ardından yükseklisanslı olanlar öne çıkmaya başladı ve MBA kültürü de virüs gibi yayılınca artık yükseklisans yapmamış insan sayısı da hızla azalıyor. Ya da yapanların sayısı büyük bir hızla artıyor demek daha doğru olur. Yakın gelecekte doktorası olmayanların işe alınmadığını görürsem şaşırmam sanırım.

İşletmenin boyutları

Yöneticilik ve strateji üzerine bini aşkın makalesi ve onlarca kitabı olan büyük üstat Peter Drucker'dan feyz almaya ve yazdıklarını anlamaya çalışmaya devam ediyorum.

Daha önceki yazılarda işletmecilik hakkında, liderlik hakkında, yöneticilik hakkında binlerce anlamsız ve mesnetsiz yazının olduğundan şikayet etmiştim. O zaman da yad ettiğim gibi Drucker bu tanımın dışında bırakmamız gereken gerçek beyinlerden biridir.

Gün gün Drucker kitabını okurken işletmeyi 3 ana boyutta anlattığını ve bu konudaki öngörüsünü gördüm. Paylaşmak istedim. Bakın ne diyor üstad:




"Geleceğin toplumundaki şirketlerin üst yönetimleri için önemli bir görev, şirketin bir örgüt olarak şu üç boyutunu dengelemek olacaktır: ekonomik boyut, insani boyut ve önemi gittikçe artan toplumsal boyut. Geçen yarım yüzyılda geliştirilen bu üç şirket modelinden her biri bu üç boyutun birini öne çıkardı ve diğer ikisine daha az ağırlık verdi. "Sosyal pazar ekonomisi" temeline dayanan Alman modeli toplumsal boyutu ön planda tuttu; Japon modeli insan boyutuna ağırlık verdi ve Amerikan modeli ekonomik boyutu ön plana çıkardı.

Toprak, Makine, İnsan


Bir ara "Tüfek, Mikrop ve Çelik" isimli bir kitap okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam Tübitak yayınlarına ait bir kitaptı. Bir araya geldiğinde çok anlamlı olmayan bu üç kelime, onbinlerce yıllık insanlık tarihinin nasıl şekillendiğini, insanlar için önemli olanın nasıl zamanla evrim geçirdiğini, göçebelikten yerleşik düzene geçişin nasıl üretimi ve gelişimi tetiklediğini anlatıyordu.

Okudukça aslında ırkların ya da milletlerin birbirlerinden daha akıllı ya da üstün olmadığını, tarihte onları güçlü kılanın çoğunlukla bulundukları coğrafya ve sahip oldukları doğal kaynaklar olduğunu anladım. Herhangi bir icadın enlem boyunca yani benzer iklimlerde yayılma hızının boylam boyunca yayılmaya oranla 100 lerce kat hızlı olduğunu öğrendim mesela. Örneğin tüfek Çinde ve Kuzey Amerika'da aynı anda bulunsa Çinden Avrupaya 50 yılda, Kuzey Amerikadan Güney Amerikaya 500 yılda gelebiliyormuş. Nispeten küçük bir alana çok kalabalık yerleşmiş Çinlilerin ya da bir adaya sıkışmış Japonların neden yemek kültürlerini bize ters gelen şekilde geliştirdiklerini de öğrendim.

Ne için çalışıyoruz?

Bu hikayeyi çok severim. Ara sıra da kendime hatırlatmaya çalışırım:

"Yaşlı bir adam emekliliğinden sonra sakin bir kasabadan ev alır ve ömrünün son demini huzur içinde orada geçirmek ister. Ancak ev aldığı mahellenin çocukları son derece haşarıdır ve hergün kapısının önündeki çöp konteynırlarına vurarak yüksek gürültü çıkarmakta ve o şekilde oynamaktadır.

Yaşlı amcamız 5-6 gün sabreder. Sabırla olmayacağını anlayınca çocuklar için harika bir çözüm bulur:

Bir gün okul çıkışı çocukların yolda önlerini keser. Onlara:

 "- Çocuklar, hepiniz çok akıllı ve güzelsiniz ve bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz.  Ben de sizin yaşınızdayken tenekelere vurmayı ve yüksek gürültü çıkarmayı çok severdim. Sizden hergün gelip bunu kapımın önünde yapmanızı rica ediyorum. Eğer her gün kapımın önünde gürültü yaparsanız herbirinize 1 TL vereceğim" der.

Bir hafta çocuklar durumdan çok memnundur. Gelip istedeklerini yapmakta ve üstüne 1TL de para almaktadırlar. 1 haftanın sonunda yaşlı adam çocukların yanına gider ve:

Kişisel olarak gelişsem mi?



Kişisel gelişim alanı çoktan dünya çapında bir endüstri haline geldi. Popüler kültürün birçok konusunda olduğu gibi çıktı, amacın çok ötesine geçmiş durumda. Sağlıklı bir işleyişte değerli fikirleri olan birinin bunları kitaplaştırması, insanlara yardımcı olmak amacı ile deneyimlerini ve bilgilerini paylaşması ve eğer iyise bunun sonucunda para ve ün kazanması gerekir. Ama sonuç para ve ün olunca sonuca ulaşmak içeriğin her zaman önüne geçer. Kitapçılarda uzun zamandır kişisel gelişim kitapları için ayrı ve büyük bir reyon bulunuyor. Ama binlerce yıllık insanlık tarihinde kişisel gelişim neden bu yüzyılda birden çoştu acaba? Daha önce kişisel gelişim önemsiz miydi? İnsanlar kendilerini geliştirmeye çalışmıyor muydu?

Bu sorunun cevabını ararken kendimi içinde bulunduğumuz yüzyılın şartlarını öncekilerle karşılaştırırken buluyorum. 21. yüzyıl öncesinde insanların bilgi sahibi oldukları alanlar görece çok daha azdı. Nüfus daha düşüktü ve ekmek için yapmanız gereken mücadele daha azdı. Ayrıca dalgalı bir seyir izlese ve batıl kısımları olsa da manevi tatmin daha fazlaydı. İnsanlar daha çok şeye inanıyor ve daha az şeyi sorguluyorlardı. Bu yüzyılda bilgi o kadar çeşitli ve detaylı ki, örneğin, fiziğin tek bir dalında bile uzman olmanız için ömrünüzü adamanız gerekiyor. Eski zamanın insanlarından bahsedilirken duymuşsunuzdur; kendisi fizik, matematik, biyoloji, astronomi ve tıp ilimlerinde ilerideydi filan diye. Artık duyamazsınız.

Ekonomi süpermiş!


İngiliz politikacı Benjamin Disraeli şöyle demiş:

“3 çeşit yalan vardır; yalan, kuyruklu yalan ve istatistik.”

Mark Twain ise; "Rakamlar yalan söylemez, ama yalancılar rakamlarla oynayabilir" demiş.

Bu sözlerin ardından istatistiklere ve anket sonuçlarına inanmak zor. Çünkü hemen hemen tüm güç odakları sonuçlarla oynayarak ya da en azından biraz süsleyerek veya törpüleyerek gerçeği gölgelemeye çalışıyor. Önünüze her ne maksatla konursa konsun her sonuca, her grafiğe kaynağını sorgulayarak biraz şüpheyle bakmak lazım.

Ancak olayları yorumlamak, trendlere bakmak ve geçmişten bugüne seyri görmek istediğimizde istatistik biliminden faydalanmaktan başka çaremiz yok. İşletme içerisinde de birçok veri toplanıyor ve bir çok raporlama yapılıyor. Bunlar için de dahil olmak üzere eldeki verinin doğruluğu, güncelliği ve anlamlılığı birinci derecede önemli. Zira doğru bilgileri toplamadan doğru hamleleri ancak tesadüfen yapabilirsiniz, o da sürekli olmaz.

Geçtiğimiz günlerde "PEW Global" isminde Amerikan bir araştırma şirketi dikkatimi çekti. Aslında 2013 yılında "Yeni nesil Ebebenlik" araştırmaları ile yakaladım internette. Biraz deşip içinde gezinince sosyal, ekonomik ve demografik birçok alanda anketler ve raporlar hazırladıklarını, bunları sitelerinden duyurduklarını öğrendim.

Yeni nesil ebebeynlik araştırmaları, Amerika için, kadının çalışma hayatında giderek artan ağırlığını, erkeklerde ise ev işleri ve çocuk bakımı yüzdelerinin artışını konu alıyor. İleride değiniriz belki.

Benim asıl ilgimi çeken global araştırmalar bölümündeki araştırmalar. Yazının başında dedik ya pek itibar etmemek lazım diye, pek itibar etmesem de gördüklerim beni bir kere daha üzdü. Sorular şöyle;

Bana ne lan müşteriden!

Müşteri memnuniyeti!

Son on yılın en önemli gündem maddelerinden birini oluşturuyor. İşletmelere bol keseden başarı reçeteleri yazan dünyadaki yüzlerce "yönetim doktoru" her firmaya günde 3 kez birer kaşık müşteri memnuniyeti almalarını arada bir de ateşlerini ölçtürmelerini tavsiye ediyor.

Bu tip önerilerin bir özelliği var. Dışarıdan bakınca son derece bariz ve izahı lüzumsuz görünüyorlar. Herhangi bir ticari faaliyet yapıp müşterisini memnun etmeyecek kadar saf hiçbir tüccar olduğunu sanmıyorum. Ama daha önceki yazılarımda açıkladığım "Başarının 7 formülü", "Harika işletmelerin 10 özelliği" gibi "derin" ve "manalı" makalelerin tümünde bu madde mutlaka bulunur ve üzerinde önemle durulur. Derler ki; müşteri memnuniyeti kritik derecede önemlidir ve becerebilirseniz işletmeniz için önemli bir ayırt edici özellik olacaktır. Bunu duyan işletmeler işi bir derece ileri götürür ve misyon vizyon ifadelerine ya da değerlerine öncelikli amacımız müşterilerimizi memnun etmektir yazarlar.

Yazarlar da, o yazı orada öylece kalır. Birçoğu bunun için ne yapacağını bilmez. Müşterinin gözünden satış prosesini incelemez ve gereksiz bir sürü bürokrasiyle işi yokuşa sürdüğünü bile farketmez. Sonra bir aklı evvel gelip müşterilerini çalınca doğru danışmanlara koşup "Aman hoca bizi kurtar" derler. Bol nasihat dinleyip çuvalla para öderler.

Müşteri memnuniyeti hiçbir işletmenin öncelikli amacı olamaz. Aslında işletmelerin yalnız ve ancak tek bir amaçları vardır; olabildiğince fazla kar etmek. Diğer tüm uğraşlar; çalışan memnuniyeti, müşteri memnuniyeti, farklılaşma, pazarlama, reklam vb. yalnızca bu ana amaca hizmet ediyorsa anlamlıdır. O nedenle hep yaptığımız hatayı yapıp araçla amacı birbirine karıştırmamak gerekir. Müşterilere vereceğiniz her taviz bir sonrakini gerektirecektir ve birilerinin müşteriyi memnun edeceğiz diye yapılanların gerçekten ekonomik bir geri dönüşünün olup olmadığını sorgulaması gerekir.

Özellikle birebir müşteri ile çalışan hizmet üreticileri için "Müşteri her zaman haklıdır" demek ve küfür de etse, terbiyesizlik de yapsa, bariz şekilde haklı da olsa onları çalışanlardan üstün görmek bana göre kibar tabiriyle "gerzeklik"tir. 1. öncelik çalışanlara verilmeli ve onların memnuniyeti önemli olmalıdır. Zira memnun müşterinin bir kez daha geleceği şüpheli olsa da memnun çalışanın işletmeye pozitif katkı yapacağı kesindir. Ayrıca kızgın ve kırgın çalışanın müşteri memnuniyeti sonucu üretmesi de imkansızdır.

Müşterinin her zaman haklı olduğu ve ölçüsüz bile olsa tüm taleplerinin yerine getirilmesi gerektiği inancı maalesef işletmeleri batmaya bile sürükler. Aslında kritik olan, müşterinizi başka firmaya geçmek zorunda hissetmeyecek kadar memnun kılmaktır. Yani ona sağladığınız memnuniyet sizin firmanızı seçmesine ya da seçtiyse devam etmesine neden olmalıdır. Bu sonucu üretmeyen her çaba intihar olacaktır. İşletmenin müşteriyi memnun edeceğim diye omurgasız hale gelmemesi ve her talebe onay vermemesi de hayati önemlidir. Müşteri isteğinin açık şekilde karlılığı etkilediği ve başka noktalarda riskler oluşturduğu noktada dur demesini bilen "karakterli" işletmeler uzun vadede hayatta kalmayı daha yüksek oranda başarır. Zira nispeten kısa sayılabilecek meslek hayatımda Bursa'da ana tedarikçi firmalar yüzünden batan 3-4 işletme tanıdım.

Müşterilerinin neler isteyeceğini öngörmek, daha doğrusu hangi ek hizmetlerin kendi tercih edilirliklerini, dolayısıyla karlılık ve sürekliliklerini arttıracağını bilmek çok önemli bir lider meziyetidir. Ancak müşteriyi memnun ederiz bu da tercih edilmemize neden olur saf düşüncesiyle yapılan eylemlerin gerçekliğini ayırt etmek de eş derecede önemlidir. Zira Türkiye'de ağzınızla kuş tutup ziyarete geldiklerinde ip üstünde cambazlık yapsanız da son kararda kötü ama ucuz malı tercih edecek bir sürü müşteri vardır. Müşteri için "gerçekte" neyin değerli olduğunu sezmek başarılı işletmeciliğin ilk koşuludur. Dünyanın en lüks uçuş hizmetini veren Katar havayolları ile dünyanın en ucuz ve özelliksiz uçuş hizmetini veren Sunway havayolları aynı derecede başarılıdır. Her ikisi de kendi hitap ettikleri müşteri profilinin "gerçek" değerlerine hizmet etmekte ve arada bocalayan rakiplerini geride bırakmaktalar.

Uzun lafın kısası, müşteri memnuniyeti bir araçtır ve işletmeyi karlılığa götürmesi beklenir. Götürmüyorsa o araçtan inilip başka bir araca binilmesi evladır.

Geçici sözleşmeli çalışanlar

Kapitalist bir sistemde rekabetin sonu yok. Her gün biraz daha, biraz daha kısmak zorundasınız harcamalardan ve sürekli insanları daha verimli ve daha da verimli yapmalısınız. Karamsar bir kısır döngü yaratıyor insan psikolojisinde bir süre sonra. Bu konuda Eric Fromm'un yazdıklarını okumanızı ve bu sürecin insanları nasıl tükettiğini iyi anlamanızı tavsiye ediyorum. Eric Fromm la ilgili ilerde daha fazla bilgi aktaracağım.

Bu masraf azaltma ve çalışanları da esnek olarak kullanma konusunda son trend sözleşmeli çalışanlar. Bu sitede orjinalini görebileceğiniz yazıda Amerika'da en büyük IK danışmanlık şirketlerinden Allegis ve Human Capital Instute'ün birlikte yaptıkları bir araştırmadan bahsediyor.

Araştırmada şirketlerin neden sözleşmeli çalışanlara eğilim göstermeye başladıklarını sorgulayan geniş bir anket kullanılmış ve çok yüksek katılımcı ile yapılmış. Aşağıda sonuç grafiğini İngilizce olarak bulabilirsiniz:




 



























Sonuçlar şaşırtıcı değil. Şirketlerin öncelikli amacı "esneklik". Bugüne gelir tablosunda "sabit gider" olarak yazılan çalışan masrafını "değişken gider" olarak gösterebilmek derdindeler. Böylece üretimin durumuna göre rahatlıkla kadroyu daraltıp genişletmek ve dar zamanlarda gereksiz sabit gider yapmamak mümkün.

Şirketler açısından bakıldığında durum güzel de bunun çalışanlara yansıması nasıl acaba? Bu sistem çalışanların ücretleri ve sosyal hakları konusunda neler getiriyor neler götürüyor bilmiyorum. Ancak araştırmadan çıkan sonuç 2020 yılına kadar Amerikada tüm çalışanların %40'ının bu şekilde çalışacağını öngörüyor. Size tehdit midir fırsat mıdır bilmiyorum, ama eğilimi görmek ve ona göre hazırlanmak gerek...

Kendime not

İki yazı önce, ateşten bahsederken hayatın önceliklerini sorgulamış ve asıl değerli olanın genelde peşinde koştuklarımız olmadığını söylemiştim.

2 gün önce canımı fena acıtan sıkıntı bulutu çok şükür dağıldı. Ama gitmeden önce bende bir sürü soru, birkaç cevap ve bir önemli ders bıraktı. Ben insana sıkıntı veren şeylerinin tümünün bir amacı olduğuna, sonu kötü de görünse aslında başka bir açıdan hayıra götürdüğüne inanmaya çalışıyorum. İnanıyorum diyemiyorum çünkü sakin havada bunları söylemek kolay da, fırtınanın içinde pek öyle olmuyor. Ama neticede her sıkıntı bizde güzel bazı değişiklikler de bırakıyor. Acziyeti anlamak, kibirden uzaklaşmak ve peşinen hüküm vermemek gibi.

Akşam internette geleneksel amaçsız dolanma işimi yaparken Şems cevabı verdi bana. Ben de paylaşmak istedim:

"Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?"   Şems-i Tebrizi

Zaten kendisi tokat gibi cevapları ve eğilmez bükülmez kişiliğiyle çok önemlidir benim için. Karakterine uygun davrandı dün akşam. Sağolsun... :)

Beklenti Teorisi

Bu teori Yale Üniversitesi İşletme Profesörü Victor Vroom’a ait 1964 tarihli bir motivasyon ve yönetim teorisidir. Vroom temel olarak insanların özellikle karar alma ve liderlik konularında neden bazı davranış kalıplarına uygun hareket ettiklerini anlamaya çalışıyor.

Teoriye göre kişi karar verirken ya da eyleme geçerken belli bazı şekillerde davranır çünkü belli bir beklenti kalıbını seçecek şekilde motive olmuştur. Başka bir deyişle; bireyin davranışlarını belirleyen belirli motivasyon kalıpları vardır ve kişi bunların hangisine karar vermişse ona uygun karar alacak ve davranacaktır.

Teoride benim ilgimi çeken kısım ise Vroom'un motivasyonu 3 ana etmene ayırması ve bu üçlünün herbirine kişinin ne kadar inandığının davranışı ve eylemi açıkladığını iddia etmesidir. Orjinal teoride "Expactancy, Instrumentality, Valance" olarak yazılan bu üçlüyü sanırım "Beklenti, araçsallık ve değer" olarak tercüme edebiliriz. Kelimelere takılmadan öze, manaya bakalım;

Bir örnek verelim; bir müdür kişisi olsun (M), bir de motive olacak çalışan (Ç), müdür (H) hedefine ulaşmak için (X) işini istesin çalışanından. Teori çalışanın bu X işini yaparken ne kadar motive olacağını açıklamaya çalışıyor.

Beklenti : Ç çalışanı işi başaracağına ne kadar inanıyor? Harcayacağı çabanın onu istenen sonucu almaya götürebileceğine olan güveni de diyebiliriz ve çoğunlukla geçmiş tecrübelerden besleniyor.

Araçsallık : Ç çalışanı X işini tamamlarsa gösterdiği çabanın görüleceğine ve ödüllendirileceğine ne kadar inanıyor? Öncelikli olarak üste duyulan güvene dayanıyor. Bu güven azsa çalışan ödül sistematiğini anlama ve ona uygun davranma eğilimi gösteriyor.

Değer : Çalışanın X işini yapıp H hedefine ulaşsa bile alacağı "ödül"e verdiği referans değeri ifade ediyor.

Eğer benim gibi sorunlu bir çalışansanız bu teoriye bir ek yapmanız gerekiyor. Ben buna "Anlamlılık" diyorum.

Müdürüm bana çok kolay bir iş verse (beklentim %100) ve bitirdiğimde yüksek taktir göreceğimi bilsem (Araçsallık %100) ve başarı sonucu elde edeceğim ödül de büyük ve anlamlı olsa (Değer %100), yine de motivasyonum için yeterli değildir. Benim için ayrıca H hedefinin de anlamlı olması, bu hedefe ulaşmanın işletme için faydası olduğunun anlaşılması gereklidir. Hatta ben anlamlı bir H hedefi görmüşsen eylem için X işinin bana verilmesini de beklemem.

Ancak arızalı bir çalışanın bu konuda saçmalamaması ve gereksiz motivasyon kaybı yaşamaması için "büyük resmi" görme yeteneğini de geliştirmesi hatta cilalaması gerekir. Çoğu durumda ilk bakışta anlamlandıramadığınız işler başka açılardan faydalı olabilir. Lideriniz sizin göremediğiniz politik ilişkileri ya da ekonomik öngörüleri kovalıyor da olabilir. O nedenle eğer iş yerinde öyle bir imkan varsa bunu yönetici ile paylaşmak, tartışmak ve hedefi anlamlı kılmaya çalışmak en geçerli yoldur.


İşi "KARE" ler üretmek olan bir yerde çalışıyorken amiriniz sizden yukarıdaki gibi dikdörtgenler üretmenizi istiyor olabilir. Bu size çok saçma ve anlamsız geliyor da olabilir. Ama bazen yukarıdaki resimdeki gibi, aslında toplam içinde anlamlıdır.



Ateş

Medeniyeti ilerletmiş, önemli teknolojik buluşlara imza atmış olabiliriz. Ama Allah'ın her gün her saniye bize verdiği bazı önemli mesajları almamakta, gerçek değeri anlamamakta ısrar eder insanoğlu.

"Bugün çoğu insan, tüketim ve haz ya da zenginlik ya da şöhret arayan hayatların peşinde…" bu söz kimin biliyor musunuz? Bir de şuna bakın:

"Büyük servet sahibi oldukları için gücü elinde tutan yöneticiler, gençlerin savurganlıklarını yasaklamak ve paralarını harcayıp kendilerini tüketmelerini durdurmak istemiyorlar. Onların amaçları, böyle tedbirsiz insanlara borç vermek ve kendi zenginlik ve nüfuslarının çoğalmasını umarak onların mülklerine el koymak. Para yapıcılar, ellerinden gelen her yere borçlarının zehirli iğnelerini sokmaya devam edecekler."

İlki Aristotales'e, ikincisi Platon'a ait. Neredeyse 2500 yıl önce söylenmiş sözler. Arada geçen zaman diliminde bilebildiğimiz 2 büyük peygamber gelmiş. Neredeyse bütün veliler, düşünürler aynı mesajları vermiş ama anlamamakta ısrar ediyoruz. Hala paranın, mevkinin ya da şöhretin peşinde, genel olarak bir tür şehvetin esaretinde hayatlarımızı ıskalıyoruz.

İnsanların önem verdiği şeyler hayatları boyunca büyük bir hızla değişiyor. Öncelikleri, değer yargıları, yaşama bakışları da öyle. Ama bir gün, hiç beklemediğimiz zamanda olan bir olay, örneğin yakın bir ölüm deneyimi ya da çok sevdiğimiz birini kaybetmek gibi, tüm ezberimizi bozabiliyor ve o güne dek öğrendiğimiz ne varsa bir anda anlamını yitirebiliyor.

Günlerdir hastalığın pençesinde biraz acı çekiyordum. Özellikle geceleri yanıyordum resmen. Doğal olarak bir an önce iyileşmek arzusundaydım. Bir yandan işle ilgili bir yandan evle ilgili meseleler de doğal seyrinde dönüp duruyordu etrafımda. Hayat kendi bildiği gibi oyalıyordu beni.

Sonra bir haber aldım...

Anladım ki 1 haftadır bendeki ateş bedensel ateşmiş ve asıl ateş yanında hiç hükmü yokmuş. Asıl ateş geldimi bedensel ateş 50 dereceye çıksa anlamazmış insan. Ev, iş, para, hayatın rutin meselelerinin tümü incir çekirdeğini doldurmayacak işler olarak geliyormuş bir anda. Hatta bu dünyadaki bütün paralar birleşse ve dahi bir o kadar dahası benim olsa zerre miktarınca faydası olmayabiliyormuş. Bir kez daha bana acziyetimi ve zayıflığımı hatırlattı Tanrı.

Peki ben bunları yeni mi öğreniyorum? Yoo. Daha önce onlarca kez vermişti hayat bana bu dersi ve daha önce onlarca kez bu sonucu çıkarmıştım. Ama her insan kadar aptalım ben de. Anlamamakta ısrar ediyorum.

Bu yazı bu bloğun şimdiye kadar ki çizgisinin ve konularının biraz dışında biliyorum. Ama Hayat ve Felsefe 2/3ünü oluşturuyor başlığın.  Şu an zaten canım yandığından uyup uymamasıyla da pek ilgilenmiyorum. İlerde silerim belki.

Ama kendime not olarak şunu yazmam lazım; sevdiklerine sıkıca sarıl, "aşk"ın peşinden koş sürekli, ne yapıyorsan severek yap ve asla ve asla acziyetini ve zayıflığını unutup böbürlenmeye kalkma. Hayatta bunlardan gayrısı hayalden ibaret.

Neme Lazım!

Kanuni Sultan Süleyman Han, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayâl eder, günün birinde “Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı?” diye derin derin düşünmeye ba şlar. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur âlim Yahyâ Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahyâ Efendi’ye gönderir.

Mektup kısaca (mealen) şöyledir: “Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” Mektubu okuyan Yahyâ Efendi’nin cevabı bir bakıma çok kısa, bir bakıma çok uzundur:

 “Neme lâzım be Sultânım!”

 Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultân, bir mânâ veremez. Yahyâ Efendi gibi bir zâtın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünemez. Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar, Yahyâ Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar süt kardeşine:

 “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”

 “Sultânım sizin sorunuzu ciddiye almamak kâbil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.”

 “İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “neme lâzım be Sultânım!” demişsiniz. Sanki “Beni böyle işlere karıştırma” der gibi bir anlam çıkarıyorum.” İşte bundan sonra Yahya Efendi tarihi cevabını açıklar:

 “Sultânım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimâd ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”

 Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdîk eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir âlime memleketinin sahip olduğu için Allah’a şükreder. Yahya Efendi’ye ise bu tür ikazlardan hiçbir zaman geri kalmaması için tembihte bulunup oradan ayrılır. Bu hadise de böylece tarihe geçer. Mektubun tam ve orijinal nüshası Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir."


Birçok derste ve tartışmada ülkemin durumunun nasıl olup da buralara geldiğini konuşup durduk. Ben yukarıdakinden daha güzel bir açıklama bulamadım...



Şarlatanlığa devam

İşletmecilikle ilgili içi boş yazınlar ve söylemler öylesine yaygın ve bu konunun sıkıntısı bende öylesine fazla ki sanırım birkaç yazımı daha bu konuya ayıracağım. Ama bu kez ben fazla araya girmeden Osman ATA ATAÇ hocamın şahane üslubu ile başka bir hikayeyi dinleyelim. Bu arada alıntı yapmak için bana verdiği direk izinden dolayı da kendisine teşekkür ederim:


"Şimdi bir kaç vakadan yapılan başka bir genellemeye bakalım: 'In search of Excellence' kitabının önerilerine. Eğer 1990'ların başında yönetici veya yönetim bilimi öğrencisi olup bu kitabı duymadınızsa o da ilginç bir vaka. Bu kitabı işletmecilikle uzaktan yakında alakalı olan biri duymamış görmemiş olamaz. 1988 yılında Tom Peters ve Robert Waterman isimli yazarların kırkyedi 'başarılı şirket' vakalarına dayanarak yaptıkları genellemeleri içeren kitap büyük ün kazanmış, yazarları zengin olmuştu. Kimse "One minit. Bunları söylemek için mi kırk-yedi şirkete baktınız?" demediği gibi, yöneticiler konferans salonlarını doldurup konuyu daha iyi öğrenmek için çırpınmışlardı. Peters ve Waterman'a göre başarılı olmak istiyorsanız aşağıdaki özelliklere sahip olmanız gerekiyordu:


" Eylemcilik

 " Müşteriye yakınlık

" Serbestiyet ve yaratıcılık 

" İşgücü verimlilği


" Eli işin içinde, işletme değerlerine sadık yöneticilik

" Bildiği işin dışına çıkmama

" Sadelik ve az sayıda yönetici

" Merkeziyetçi vizyon ve değerlerle aynı zamanda işin yapıldığı yerde serbestiyet.

Liderlik nedir?!

Liderlikle ilgili yayın görmekten artık fenalık geldi. 5000 yıldır bir şekilde yönetilen insanlar son 20 yıldır liderliğin çok önemli olduğunu fark etti ve bunca yıldır meğer bizi liderler yönetiyormuş demeye başladı sanırım.

TED konferanslarına, seminer takvimlerine, kişisel gelişim kitap raflarına bakıyorum; şirket içi eğitimlerine ve gelişim koçlarına bakıyorum, herkes bir liderlik türküsü tutturmuş gidiyor. Bir önceki yazıda "şarlatan" olarak tanımladığımız ve kendilerine pek itibar da etmediğimiz yazarlar güruhu da bu kavramı pompalamaya devam ediyor. Osman hocamın yazılarından Iacocca ile ilgili yazdıklarını, "Etkili liderin 9 özelliği" kitabını yazan ve seminerlede konuşmalar yapan General Motors eski BİS'i*
Iacocca'nın gerçekte başarıyı nasıl yakaladığını ama sonrasında liderliği nasıl tanımladığını mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.

Üstat, Guru, Şarlatan

İşletmeciliği ilgi alanıma alıp yönetim konularına ilgi duymaya başladığımdan beri konuyla ilgili kaynak arama ihtiyacı duydum. Doğal olarak bilgi gökten zembille inmeyeceği için kendini herhangi bir konuda geliştirmek isteyen her normal insan gibi ben de doğru bilgiyi en sade ve kısa yoldan edinmek arzusundaydım. Biraz derinine inince, işletmeciliği,yönetimi özetle bir işletme nasıl yönetilir konusunu işleyen binlerce, onbinlerce kitabın ve makalenin olduğunu gördüm. Çok şükür bende kaynağını bilemediğim bir tür "anti-saçmalama" hissi var. Kısa sürede yazılanların boş, mesnetsiz ya da anlamsız olduğunu sezebiliyorum. Kaynakların birçoğu maalesef ticari endişelerle yazılmış, popülist söylemlerden ibaret. Önemli bir kısmı da "Liderin 7 özelliği", "İyi işletmelerin 12 sırrı" gibi hap şekline getirilmiş ama aslında hiçbirşey anlatmayan kitaplardan oluşuyor.

Hal böyle olunca ben de "gerçek" ve anlamlı bilgiye ulaşmanın yollarını aramaya başladım. Mevlana "Susuz adamın suyu araması kadar su da susuzu arar" demiş. Bir şekilde Osman Ata ATAÇ hocamın yazılarına ulaştım. Bakın kendisi benimle aynı sıkıntıyı ne kadar güzel ifade etmiş;

Avrupa'da neler oluyor?

Bu hafta Bahçeşehir Üniversitesi İİBF dekanı Prof. Dr. Necip ÇAKIR'dan ders almaya başladık. Dersin adı "Türkiye ekonomisi üzerine güncel konular". İlk bize sunulduğunda çok terreddütle karşılamıştım ama bulunmaktan bu kadar keyif aldığım çok az ders olduğunu da söylemek zorundayım. Yönetime ve Necip hoca'ya teşekkürler.

Derste Amerika, Avrupa ve Türkiye'de ekonomik açıdan neler oluyor, gelecek nasıl yorumlanıyor gerçek bir uzmanın ağzından öğrenme fırsatı yakaladık. Anladıkça anlatmak ilkem yüzünden zamanla burada paylaşmaya devam edeceğim.  İlk dersimiz Avrupa'da neler oluyor? Neden Yunanistan, İspanya, Portekiz kötü durumda ve neden Almanya değil?

Elimizde durumun vehametini anlatan onlarca veri ve grafik var, ancak birkaçı özetlemeye yeter.
Aşağıdaki grafik nominal emek maliyetlerini gösteriyor:




 Almanyanın birim emek maliyetinin Yunanistan ve İspanya'ya oranına bakın. Toplam emek maliyetleri için de durum aynen geçerli. Yani Almanya ekonomik gücünü koruyup, cari açığını kontrol altında tutarken, Euroya geçişten beri birim emek maliyetlerini de sıkı kontrol altında tutmuş. Euroya geçiş yılı olan 2000 yılından sonraki 11 yılda Yunanistan ve İspanyanın %140 lara varan artışları var.

Eğitim şart mı?

Bir çalışan olarak çalıştığım iş yerlerinde elimin ulaştığı her eğitime katılmaya çalıştım. Hep eğitimin çok önemli olduğunu ve bir işletmenin, eğer değer veriyorsa, çalışanlarını sürekli geliştirmek adına durmadan eğitimler vermesi gerektiğini düşünüyordum.

Dün gece MBA İnsan Kaynakları dersinde Yücel hocamın söylediği bir cümle kafamda bambaşka bir bakış açısı daha oluşturdu. Yücel hoca eğitimin dezavantajlarından bahsediyordu ve daha önce eğitimin bir dezavantajı olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Özetle şöyle diyordu:"Çalışana bir eğitim verildikten sonra, eğer firma içinde bu eğitimin getirilerini uygulayabileceği bir fırsat bulamazsa eğitim çalışanın istek ve motivasyonunda ters etki yapabilir. Buna da eğitim şoku denir."

Demek ki çalışana değer verip eğitim faaliyetlerini önemsemek kadar, gereksiz eğitimler vermemek de önemliymiş. Eğitimden beklentileri ve eğitim sonrası ortamı da iyi hesaplamak gerekiyormuş...

MBA ne değildir?



2012 Eylül ayından beri Bahçeşehir Üniversitesinin Bursa'da açtığı Gelen İşletme MBA eğitimine devam ediyorum. Birçok insanın da içeriği, anlamı, değeri kestirmeye çalıştığını, merak ettiğini biliyorum. Bakalım neler anlamışım;

İngilizce "Master of Business Administration" kelimelerinin baş harflerinden oluşan ve İş yönetimi master eğitimi olarak çevirebileceğimiz MBA özellikle son 10 - 15 yılın popüler konularından biri. Teoride, işletmecilik eğitimi almamış, iş yönetimi, finans gibi konularda açığı bulunan mühendislere yöneticilik vasıfları kazandırmak ve daha donanımlı yöneticiler yetiştirmek için ortaya atılmış. Amerika'daki tarihi bize göre çok daha eski. Ancak tüm eğitim sistemlerinin başına gelen 2 kaçınılmaz bela bu eğitimin de içinde. Özünde insanın işletmecilik yeteneklerini geliştirmesi için tasarlanan sistem popüler kültürün oyuncağı olmuş ve içeriğinden çok kendisi değerli hale gelmiş. Hem kendi sınıfımdan hem de yakın çevremden görebildiğim kadarı ile katılımcıların önemli bir kısmının içerikle, derslerle ya da hayatlarına ne katabilecekleri ile hiç ilgileri yok. Önemli olan kendilerine avantaj sağlayacağını ve bir getiri yaratacağını düşündükleri diplomaya ulaşmak. Kaçınılmaz olarak sonuç kağıdı amaca dönüşmüş durumda.

Anlamsız Uygulamalar üzerine...

Birçok kez yazdım sanırım, son olarak da Üretim sistemleri ile ilgili son yazımda belirttim. Ama örneklerine sıklıkla karşılaştığım için içimdeki ifade isteği bitmemiş demek ki.

Belki de sürekli yazılması, bıkmadan, usanmadan ifade edilmesi gerekiyor.

Adı ve menşei ne olursa olsun; herhangi bir sistemi ya da uygulamayı içinize sindirmiyorsanız, amacı ve ne getireceği konusunda çalışanları ikna edemiyorsanız o sistem/uygulama çuvallamaya mahkumdur. Büyük harflerle mi yazsam, bağırarak mı söylesem, susup sadece seyretsem mi bilmiyorum ama üretim içinde değer üretmeyen, bizi daha iyi çalışır duruma getirmeyen her ne varsa tamamen anlamsızdır!

Bunları yazarken bir yandan da bu tip sistemleri tüm söylediklerime rağmen uygulamaya koymaya çalışanlar acaba benim göremediğim birşey mi görüyor ya da bilmediğim birşey mi biliyor diye düşünmeden edemiyorum. Aklımın yettiği tüm açılardan bakıyorum ama bir anlam bulamıyorum. Sanırım sosyal riskten kaçınma dürtüsü ile oluyor bunlar. Malcom Gladwell 2009 daki Amerikan kaynaklı ekonomik kriz üzerine şöyle demiş:

"Operasyonel risk alıp sosyal riskten kaçınmak kriz için en iyi bileşendir"

Yani sosyal risk almamak için; itirazınız yanlış anlaşılabilir, komik duruma düşersiniz, üstlerinizle çatışmış olursunuz vb., bilerek, görerek ama susarak operasyonel risk alıyorsanız, yani anlamsız hatta zararlı uygulamaları yapmaya devam ediyorsanız, kriz yakında gelecek demektir.

Şöyle bir benzetme yapabiliriz; yolsuz, bataklık bir yere şehir kurmak istiyoruz. Alt yapı yok, yollar yok, sistem yok, şehir planlaması yok. Evler ve insanlar var ama hizmet bekliyorlar. Sonra belediye başkanı heyetiyle avrupa şehirlerinden birine gidiyor ve orada meydan ve güzel bir çeşme görüyor. Dönünce hemen şehre meydan ve çeşme yapılması talimatını veriyor. Ulan yol yok daha, kanalizasyon yok diyorlar ama olsun meydan ve çeşme olursa şehir de güzel olur...

Aziz Nesin'i saygı ve rahmetle anıyorum...

Enerji kısma programı



İşletmelerde enerji problemi Türkiye'nin kanayan yaralarından biri. Rakiplerine göre çok yüksek enerji maliyetleri ödemek zorunda olan işletmeler yıllardır bu durumdan şikayet ediyor. Ancak köklü ve anlamlı çözümler bulunabilmiş değil.

İşte tam da bu yüzden verimli enerji kullanımı ve yeşil üretim konsepti en çok da Türkiye'deki işletmeler için gerekli. İnternette gezerken Amerika'da uygululanan ilginç bir program dikkatimi çekti. Özetle şöyle çalışıyor:

"Power Connect" adını verdikleri bir enerji kullanım programına işletmenizi kaydediyorsunuz. Uzmanlar firmanıza gelip incelemeler yapıyor ve sizin nasıl enerji tüketiminizi azaltacağınızı tespit ediyorlar. Sorumluluğunuz enerji talebinin tavan yaptığı "acil" durumlarda işletmenizin enerji tüketimini kısarak riski azaltmak. Aşağıda linkini vereceğim programın internet sitesine göre, yılda sadece birkaç kez olan ve 10-30 dk. süren bu enerji darboğazı anlarında enerji tüketiminizi kısarak ciddi gelir elde edebiliyorsunuz. Örneğin darboğaz süresince enerki tüketimini 1500 kW düşüren bir plastik üreticisi ay sonunda 65.000$ lık bir çek alıyor. Aynı zamanda eğer yapabilirlerse üretim saatlerini daha düşük enerji talebi olan saatlere kaydırarak daha ucuz elektrik kullanıyor ve rekabetçi bir avantaj yakalamış oluyorlar. Üçüncü fayda olarak da darboğaz anlarında yoğun elektrik kullanımının doğurabileceği kesintiler ve dalgalanmalar yüzünden pahalı ekipmanlara zarar gelme riskini de yok etmiş oluyorlar.

Bizde bu tip bir uygulama var mı bilmiyorum ama enerjiyi ucuz ve verimli kullanmanın kafayı ciddi şekilde takmamız gereken bir konu olduğu kesin.

http://www.apriso.com/blog/2013/03/3-ways-demand-response-will-lower-costs-for-industrial-facilities/

http://www.ecsgrid.com/energy-affiliate-program

Üretim Sistemleri (3)


Bu konuda söylemek istediğim son bir kaç söz kaldı. Hangi isimdeki üretim sistematiğini kullanıyor olursanız olun. Sistemin ana amaçlarını hep gözünüzün önünde tutun. Belirli aralıklarla da sistemin gereksiz yere şişip şişmediğini ve hala sizi hedefe götürüp götürmediğine bakın.

Hayatın genel yapısı gereği herşey değişmeye ve zamanla bozulmaya mahkum. Bilimin entropi dediği bu kavrama daha sonra ayrıca değineceğim. Ancak üretim sistemleri, daha doğrusu işletmeler için genel olarak anlamı, en mükemmel sistemin bile zamanla bozulma ve anlam kayması yaşayacağıdır.

Üretim sisteminizin, topladığınız verilerin ve aldığınız aksiyonların sizi aşağıdakilerden birine ya da bir kaçına götürmesi gerekir;

  • Daha düşük kayıp zamanlar (Kalite kontrol, Setup, ayar, taşıma, hareket...)
  • Daha yüksek tezgah verimi
  • Daha yüksek operatör verimi
  • Daha az bakım süresi
  • Kesintisiz değer akışı
  • Az stok
  • Birim maliyet düşüşü
  • Daha az hata ile proje yönetimi
  • Mutlu müşteriler
Eğer bunların yerine aşağıdakilere götürüyorsa acilen düzenlenmelidir;

  • Denetimlerden sorunsuz geçme
  • Yurtdışı merkez taleplerini yerine getirme
  • Gereksiz, anlamsız döküman işleri
  • Hoş görünen estetik panolar
  • Yoğun iş gerektiren ve iyi çalışan bir sistemmiş yanılgısı

İlk 2 yazı burada:

Üretim Sistemleri(1)
Üretim Sistemleri(2)

Üretim Sistemleri (2)

Geçen yazıda üretim sistemlerini iki ana başlığa ayırmış ve seri üretimle proje bazında üretimin temel farklarına değinmiştik. Sonrasında ise birçok 3 harfli kısaltmadan oluşan üretim ve kalite sistem anlayışlarının neden hedeflerindeki sonuçlara ulaşmadığını, neden bizi daha rekabetçi dünya markaları haline getiremediğini sorgulamıştık.

İlk olarak şunu belirteyim ki, bir üretimci olarak Toplam kalite yönetimi, Toyota sistematikleri ya da değişik ad ve kısaltmalarla sunulan sistemlerin toptan anlamsız olduğu gibi çiğ bir iddiada elbette bulunamam ancak çok köklü nedenlere dayanan önemli bir noktada büyük bir hata yaptığımızı düşünüyorum.

Problem çözme tekniklerinden biri olan 5 kez neden diye sorma sistemini uygulayarak köke inmeye çalışalım. Üretim sistemlerini istenen verimlilikle uygulayamıyoruz, neden? Çünkü üretim ve kalite sistemleri adları altında bir sürü anlamsız iş yapıyoruz, neden? Çünkü biz araçlarla amaçları karıştırmış durumdayız ve esas “anlam”ı sorgulamıyoruz, neden? Çünkü hem kültürel yapımız hem de eğitim sistemimiz bizden daha iyi düşünen büyüklerin dediklerini yapmak ve kafa yormamak üzerine kurulu, neden? Bunun cevabı çok derin işte, ve yazının konusunun çok dışında. O yüzden burada duralım ve sonuçlara bakalım;

Liderlik nedir?

Bu konu yazı gündemimde var aslında ve sıra üretim(2) yazısında ancak bugün IK müdürü Arzu hanımdan gelen harika paylaşımı görünce dayanamadım. Liderlikle ilgili yığınla popüler kültür safsatasını bir kerede anlamsız kılacak bir söz:

"Eğer eylemleriniz insanların daha fazla hayal etmeleri, daha fazla öğrenmeleri, daha fazla “yapmaları” ve daha fazla “olmaları” konusunda ilham kaynağı teşkil ediyorsa, o zaman siz bir lidersiniz".                                                                                                        John Quincy Adams  

Üretim Sistemleri (1)


Direk uzmanlık alanım dışında olan ancak ilgi alanıma giren konularla ilgili bir çok şey yazdım. Birazda kendi uzmanlık alanımla, üretim ile ilgili birşeyler söyleyelim. Bunu da o şekilde yapalım ki, çalışma hayatına yeni girecek arkadaşlara bir tür rehber olsun. Üretim için neyin değerli olduğunu ve benim neyin eksikliğini hisettiğimi bilsinler. Kimbilir, belki bir gün birinin işine yarar.

Öncelikle üretimden kastımızın herhangi bir mamül üzerinde fiziksel,kimyasal değişiklikler yaratarak başka bir ürüne dönüştürme proseslerinin tümü olduğunu belirtelim. Fikir üretmek gibi bir eylemden bahsetmiyoruz yani.

Yazmaya ve detaya inmeye kalkarsak konu çok büyük bir derya olduğundan üretim için prosesleri sadece talaşlı üretimle ve otomotiv sektörü ile sınırlı tutacağımızı da belirtelim.

Merkezi Yönetim

Yönetimin merkezileşmesi ya da işletmeler ekseninde yaygınlaştırılması işletmecilik alanında tartışılan konulardan bir tanesi. Her ikisinin de doğal olarak artı ve eksi yönleri var. Ancak merkezi yönetim gün geçtikçe daha zor ve hantal kalıyor sanırım.

İş tecrübelerimde merkezi karar almanın işleri nasıl aşırı bürokratik ve hantal yaptığına bir çok kez şahit oldum. Bunda kurumun konuya bakış açısı kadar yöneticilerin ne kadar risk ve insiyatif almaya meyilli oldukları da önemli bir etken. Ancak bir yönetici için kendi departmanında bile her grubu, her oluşumu kontrol etmek, hepsinin ayrı özelliklerini ve ihtiyaçlarını bilmek çok zorken onlarca fabrika ve binlerce çalışandan oluşan kurumlarda merkezi karar alıcıların büyük hatalar yapabileceğini kestirmek zor değil. Yöneticilik konusunda "üstad" kabul ettiğim Peter Drucker bakın bu konuda ne diyor:

" Yeni gelişen teknoloji yönetim alanını önemli ölçüde değiştirecektir. Bugünün sıradan çalışanları olarak görülen personelin yönetsel işler yapma yetkinliğine ulaşması gerekecektir.

  Yeni teknoloji yüksek düzeyde ademi merkeziyetçiliğe ihtiyaç doğuracaktır. Bu çağda ekonomiyi merkezi planlamaya ile yürütmek herhangi bir toplum için hazin bir sona yol açabilir. Bu, sorumluluğu ve karar almayı tepede merkezileştiren herhangi bir kuruluş için de geçerlidir. Bunu yapan bir kuruluş, dinazorlar çağında, küçük merkezi bir sinir sistemi ile kocaman vücutlarını kontrol etmeye çalıştıkları için hızlı çevresel değişimlere adapte olamamış dev sürüngenler gibi yok olup gidecektir"
Blogger Tips And Tricks|Latest Tips For Bloggers Free Backlinks