Adresimiz değişti! Yeni sayfaya yönlendirileceksiniz. Yönlendirme başlamazsa lütfen şu adresi ziyaret edin!
http://yonetimnotlari.com

5 saniye içinde yeni adresimize yönlendirileceksiniz.


Dedikodu kazanı!

Tüm örgütler temelde belli bir amaç için biraya gelmiş birden fazla birey ya da birimin oluşturduğu yapılardır. Bu yapının faaliyet gösterebilmesi ve amaca yönelik ortak işler yapabilmesi için belirli bir düzende yapılanması, örgütlenmesi gerekir.

Drucker'ın tanımıyla bir örgütler topluluğu içinde yaşıyoruz. Kaçınılmaz olarak bir ya da daha fazla örgütün içerisindeyiz ve o veya bu şekilde örgütün içerisindeki psikolojiden etkileniyor, davranışlarımızı ona göre düzenliyoruz.

Örgütlerin hepsinde genellikle hiyerarşi ağaçları olarak resmedilen organizasyon yapıları var. Klasik organizasyon, matris organizasyon, dikey yapı, yatay yapı gibi farklı formel organizasyon yapılarından bahsetmek mümkün. Ancak yazımızın ana konusunu bu formel organizasyondan ziyade, formel olmayan, daha Türkçe ifade ile biçimsel olmayan organizasyon oluşturacak.

"Biçimsel olmayan organizasyon, işletmelerde temel üretim unsurlarından biri olan insanı temel alır.
Organizasyon kavramının tanımında insanın var olduğu göz önüne alındığında her biçimsel organizasyon içinde veya her işletmede, biçimsel olmayan organizasyonun varlığından söz edilebilir.
Biçimsel olmayan organizasyon, bir işletmede ya da bir çalışma ortamındaki insanların birbiriyle iletişimi ve etkileşiminden doğan bir toplumsal ilişkiler ağıdır."


OEE Hataları



OEE verisinin neyi ifade ettiğini ve her üretim işletmesi için öncelikli göstergelerden biri olduğunu daha önce defaten söylemiştik. Kısa bir özet geçersek OEE ingilizce "Overall Equipment Efficiency" kelimelerinin baş harfleri. Ekipman verimliliğinin, üretime özel tabiriyle tezgah verimliliğinin ölçüm parametresi.  Üç bileşenden oluşuyor:

OEE = Kalite oranı x Performans Oranı x Kullanılabilirlik oranı

Kalite oranı günlük üretilen parçanın yüzde kaçının problemsiz olduğunun oranı, performans, ayrılan sürede teorik olarak, çevrim sürelerini göre, üretilmesi gereken adetle gerçekleşenin oranı, kullanılabilirlik ise 1 vardiyanın yüzde kaçının üretime ayrılabildiği oranı (setuplar, arızalar, duruşların sonrasında) olarak hesaplanıyor.

Yukarıdakiler hemen tüm üreticilerin bildiği temel bilgiler. Çoğu işletme bu oranın ölçümü için bir sistematik geliştirmiş ve takibini yapar durumda. Ancak maalesef her zaman doğru şekilde kullanılamıyor. İnternette OEE.com sitesinde OEE ölçümünde en sık yapılan hatalar ile ilgili bir yazı buldum. Paylaşmak istedim. Orjinaline buradan ulaşabilirsiniz....

Üretim Sistemi Hedefleri (Devam)



Üretim sistemleri ile ilgili bir önceki yazımda üretici firmaların yüzleştikleri ana problemleri tanımlamış ve en iyi ve en kötü firmaların ana gösterge puanlarına bir bakmıştık. Yazıyı da, bu gösterge puanlarına yani daha iyi üretkenlik, tam zamanında teslimat gibi göstergelerde daha iyi notlara nasıl ulaştıklarına bakacağımız sözüyle bitirmiştim.

Aynı araştırma sonuçlarını inceleyerek devam ediyoruz. AberdeenGroup araştırmasına göre en iyi imalat işletmelerinin problemler karşısında aldıkları stratejik aksiyonları aşağıdaki tabloya özetledim:
























Neme lazımcılık mesleği


Daha önce Yavuz Sultan Selim zamanından güzel bir anekdotla "Neme Lazım" demenin uzun vadede nasıl sonuçları olabileceğini paylaşmıştım.

Biraz daha konuya girelim ve özellikle iş hayatına yeni girecek arkadaşların nelerle karşılaşabileceklerine dikkat çekecek belli başlı insan tiplerine biraz daha yakından bakalım. Yazmaya başlamadan önce defaten adını geçirip kulaklarını çınlattığım Osman Hocamı bir kez daha anayım. Çünkü yazının esin kaynağı da, kısmen bilgi kaynağı da o. Osman Ata Ataç'ın "Yöneterek, Yönetilerek Yaşamak" kitabını kaç kez önerdim hatırlamıyorum ama o kadar keyif alıyorum ki hem bu bloğu okuyanlara, hem iş arkadaşlarıma, hem de yeni gelen tüm stajerlere ısrarla önermeye devam ediyorum.

İş hayatı, çok çeşitli insanla bir arada yaşamak zorunda olduğumuz ve insan sarraflığına en çok ihtiyaç duyacağımız yerlerden birisi. Birçok olumlu ve iyi insanla karşılaşacağımız gibi birçok olumsuz ve hatta "kalleş" adamla çalışmak zorunda kalmamız da olası. Kimin iyi kimin kötü olduğunu ayırt etmek çok kolay bir iş değil ve belki biraz Allah vergisi yetenek, biraz da kazık yemişlik, yani tecrübe gerektiriyor.

Otomotiv Sektörü Nereye Gidiyor?


Otomotivin Türkiye ekonomisinin lokomotifi olduğu ve yan sanayii ile birlikte çok ciddi sayıda insan için gelir yarattığı bir gerçek. Ancak otomotivin ihracatının bile %70'nin ithalat gerektirdiği, Türkiye'nin asıl önemli parçaların direk üretimi ve geliştirilmesinden çok bir montaj atölyesi gibi çalıştığı da gerçek.

Daha önce ekonomik konularda çok yazdık, çizdik. Göstergelerin nasıl yorumlanması gerektiğini belki biraz fazla teknik detaya da girerek açıklamaya çalıştık. Hatırlarsanız orada Türkiye'ye sıcak para girişi olduğundan, bunun dövizi bollaştırıp Türk lirasının değerini düşürdüğünden ve ihracatı zora soktuğundan bahsettim. Bunu engellemek için de Merkez Bankasının üstüste faiz indirimleriyle Türk lirasını da bollaştırmak ve dolaylı olarak kur dengesini sağlamak durumunda kaldığını belirtmiştik. Bu faiz indirimleri ve piyasadaki Türk lirasının bollaşması tüketiciler için de faizlerin inmesi ve kredi kullanımının artması demek. Bunun normal şartlarda tüketimi arttırması ve piyasaları canlandırması gerekiyor. Kredi balonu şişip yüksek risk altına girmedikçe iyi olarak nitelenebilir. Ancak bu senaryoda otomotiv sektörü için acı bir gerçek ve önemli bir mesaj var:

Ya veriler yalansa?



İşletmecilik ve yönetim ile ilgili bir çok konuda yazdım şimdiye kadar. Bilgim ve zamanım el verdiğince yazmaya da devam edeceğim inşallah. Ancak fark ettim ki, en önemli kısmı atlamışız yazarken. En başta belirtmemiz gerekeni es geçmişiz. Hemen bu eksiği tamamlamak gerek;

Malum, eğer işletmenizi iyi yönetmek, kar elde etmek ve onu verimli kılmak istiyorsanız ilk yapmanız gereken şey doğru veri toplamaktır. Elbette yazacaklarım tamamen paranın, işletmede üretim yoluyla kullanılmasının, başka araçlara yönlendirilerek rant sağlayacak şekilde kullanılmasına tercih edildiği durumlar için geçerlidir. Yani varsayın ki daha çok para kazanmanızın tek yolu, işletmenizi daha rekabetçi ve verimli yapmak olsun. Başka rant kaynaklarını, siyasi çevrelere yakınlığı filan yokmuş kabul edelim. Çünkü bu ön kabulü yapmazsak işletmecilik biliminin bize katabileceği birşey yok. Konu başka yetenek alanlarına kayar ki, onlar hakkında benim malumatım yok.

Yönetmek ya da yönetememek


Yönetimin nasıl olması gerektiği, hatta yönetimin ne demek olduğu ile ilgili geniş bir yazın yığını var. Herkes başka açılardan iyi bir yöneticide, ya da şimdiki daha moda tabiriyle, liderde olması gereken özellikleri listeliyor. Ben bu listelerin hiçbir işe yaramadığını, dahası gerçeği de hiçbir şekilde yansıtmadığını düşünüyorum.

Daha önceki liderlik yazımda nedenlerini yazmıştım. Bu tip listelerin okuyana efektif bir faydası olmadığı gibi, içerikleri de genellikle gerçeği değil, insanların kafasında şekillenen ideal "kahraman" profilini yansıtır. Anlayışlı, empati kurabilen, açık fikirli, katılımcı, karizmatik, paylaşımcı, demokratik, iyi dinlemeyi bilen, problemlere çözüm yaklaşımı sağlayan filan filan. Bu listelerde yazan birçok özelliğe hiç ama hiç sahip olmadığı halde üst düzey yönetimlerde bulunanlar olduğu gibi, tamamına sahip olmak da yönetici ya da lider olabilmenizi sağlamaz.

Hayat insana hergün birkaç ders veriyor. Son günlerde de hayat tarafından çok yoğun bir eğitime tabi tutulduğumu ve final haftası gibi, üstüste birçok sınava girdiğimi söyleyebilirim. Yaşanan anın heyecanı, duygusal tepkileri veya sıkıntısı geçtikten sonra olanları süzüp, kendini kandırmadan ve mazeretler bulmadan doğru mesajları çıkarmanın çok ama çok önemli bir özellik olduğunu düşünüyorum. Bunu geliştirmek için de kendi kendime çaba içerisindeyim.

Üretim Sistemi Hedefleri

Her üretici firmanın, ne üretiyor olursa olsun, takip ettiği parametreler ve hedefleri aşağı yukarı aynıdır. Hepsi elindeki tezgahlardan mümkün olan en yüksek verimi almak, duruş sürelerini mümkün olduğu kadar azaltmak ve birim maliyetlerini en alt seviyede tutmak ister.

Birim maliyet işlenen ürüne, teknolojiye ve birim işçilik ücretlerine göre sektörden sektöre, ülkeden ülkeye değişeceği için karşılaştırma olarak pek kullanılamaz. Ancak diğer parametreler için dünyadaki en iyi firmaların oranlarını bilmek kendi durumuzu anlamak ve doğru hedefler verebilmek açısından bence çok önemlidir. Aşağıda paylaşacağım araştırma yine AbeerdenGroup imzalı. Ancak bu araştırma şirketinin Amerika'da olduğunu ve tüm çalışmaların Amerika ağırlıklı yapıldığını da göz önünde tutmak gerekir.

 İlk olarak üretimciler üzerinde baskı oluşturan öncelikli pazar problemlerine bir göz atalım:





















Kariyer için ne eksik ?

Hepimiz iş hayatında başarının ve kariyerin peşindeyiz. Herkes için daha yüksek mevki daha fazla mutluluk anlamına gelmese de , en azından emek vermek, bu emeğin karşılığı olan keyfi ve başarıyı tatmak kişisel olarak hedefimizdir.

Önümüzde bir hedef varsa ve biz bir sebeple buna ulaşamıyorsak neyin eksik olduğunu sormaya başlarız. Yaşım mı genç, tecrübem mi yeterli değil, yabancı dil mi yok, kadromu müsait değil, amir mi felaket, kişisel huzur mu yok, çalışmaya niyet mi yok, artık hangisiyse. Cevaplara göre de kendimizi yetiştirmeye ve açıkları kapatmaya gayret ederiz. En azından kendisinin farkında olan ve sürekli gelişime inanan birinin bu düşünme şeklinde olması gerekir.

İnsanların en zayıf oldukları noktalardan biri, kendi durumlarının farkında olmak ve kafalarındaki hedef için neye ihtiyaçları olduğunu kestirmektir. Bunu yapabilen sınırlı sayıdaki insanı ise bir sonraki problem bekler;

Kaptanın Seyir defteri...



Hayat yolculuğu garip, bir o kadar da gizemli. Hep duraklara kafayı takıp yolculuğun kendisini kaçırıyoruz. Harika bir yelkenli ile bir sonraki durağa giderken aceleden denizin, kuşların, yunusların, rüzgarın ne kadar harika olduklarını görmüyoruz bile.

Acılar, sıkıntılar da var yolculukta elbette. Fırtınalı günler de oluyor, sakin ve güneşli günler de. Bazen aylarca sürüyor fırtına, bazen gün içinde kısa yağmurlar yağıyor.Ama nasıl olursa olsun ve nerede biterse bitsin yolculuğun kendisi anlamlı aslında.

Her kaptan sadece yolculuklarında öğrenir hayatla ve denizle ilgili öğrenilmesi gereken ne varsa ve fırtına görmemiş adama kaptan demezler. Denizin o en haşin olduğu anlarda sabretmek ve elinden geleni yapmak, hemen sonrasındaki güvenli limanda harika bir huzur bırakır insanın kalbinde.

Kaptanlar bilir ki deniz oyuna gelmez. Her zaman istediğiniz istikamete doğru gidemezsiniz. Tıpkı hayat gibi, denizde kendisine uydurur adamı. Düz bir çizgiyle değil de, bazen zigzaklarla bazen geniş bir eğri ile ulaşabilirsiniz limana. Ve her limanda sıkılır deniz aşığı, bir sonraki yolculuk için sabırsızlanmaya başlar.  Gerçek kaptan fırtınadan değil, rüzgarsızlıktan korkar zaten. Hep aynı yerde kalmaktan. Başka birine biad edip seyri bırakmaktan korkar.

Üretimde yeni trend : İletişim



    İnternette gezinirken Aberdeen Group imzalı önemli bir araştırmaya rastladım. 86 büyük işletmede detaylı bir araştırma yapmışlar ve üretim sistemlerinde en sıkıntılı görünen ilk 6 sorunu belirlemişler. Bu aynı zamanda üretim sistemleri için neyin gelecekte önemli görüldüğü ve trendin ne yönde değişeceği ile ilgili de önemli ipuçları veriyor. Birlikte inceleyelim:


  1.  En yüksek oranı alan sorunu iki bölüme ayırabiliriz; birincisi değer akışı haritalamanın da ilk konusu olan parçanın hammadde olarak girişimden müşteriye teslimine kadar geçen sürenin azaltılması, ikincisi ise fikirden - ürüne geçiş süresinin yani değer akışın dizayndan başlayan halinin iyileştirilmesi. Bu araştırmadan günümüzde üretici firmaların öncelikli gündem maddesinin bu olduğu sonucunu çıkartabiliriz ki bu fiilen şahit olduğumla da paralel.
  2. İkinci odak noktası yeni fikirler olarak ifade edebileceğimiz "Yenilikçilik" konusu. Malum artan rekabet artık klasik üretimde iyi olmanın yetersiz olmasına, başkalarında olmayan yenilikçi birşeyler bulmanın giderek daha da önem kazanmasına yol açıyor. Bu konuyu başka yazılarda daha da açacağım.
  3. İşlem maliyetlerinin azalması ile ilgili benim dikkatimi çeken nokta 3. sıraya gerilemiş olması. Bu, artık daha ucuza mal ederek rekabetçi olmanın pek mümkün olmadığının, üreticilerin aşağı yukarı benzer birim maliyetlere geldiğinin de bir göstergesi.
  4. Dördüncü sıkıntılı konu, farklı coğrafyalarda çalışan insanların aynı dili konuşması, aynı standartları izlemesi ve aynı verimliliğe ulaşmasının zorluğu. 4 kıtada 22 fabrikası olan bir grubun çalışanı olarak kesinlikle katıldığım ve ne kadar sıkıntılı olabileceğine bizzat şahit olduğum bir madde bu.
  5. Beşinci madde de 4'ün uzantısı aslında özellikle büyük işletmelerde lokal yönetimlerin birbirleri ile uyumu çözülmesi ve yönetilmesi gereken ayrı bir problem oluşturuyor.
  6. Son madde kalite seviyesinin yükseltilmesi ve bu maddenin de sonda olmasının ayrı bir anlamı var. Tıpki 3. maddede olduğu gibi kalitenin son sırada yer alması artık üreticiler açısından kalitesel farkların çok azaldığının, kalite problemi yaşayan üretici oranın düştüğünün, bir başka deyişle, kalite nedeni ile farklılaşmanın giderek zorlaştığının bir ifadesi.

Sen benim kim olduğumu biliyor musun?




Osmanlı neden bir zamanlar büyüktü ve bizden neden bir şey olmaz bir anekdotla açıklayayım; mevkisinin, makamının, malının kimden geldiğini unutan herkese gelsin:

Süleymaniye Camiinin inşaası sırasında bir ermeni usta, yanlış duvar yapması sonucu, Kanuni tarafından cezalandırılır. Ermeni usta, sultandan şikayetçi olur. Kadı, ikisini de huzuruna çağırır. Kanuni ve usta, kadının karşısında ayakta beklemektedirler. Karar açıklanır: "Kısas!" yani Kanuni de aynı şekilde cezalandırılacaktır. Ermeni usta, adalete hayret eder ve:
-"Madem dininiz bu kadar adil, hem davamdan vazgeçiyorum hem de müslüman oluyorum" der. Davadan sonra Kanuni, kadıya: -"Eğer ben padişahım diye benim lehimde bir karar verseydin, seni bu kılıcımla öldürürdüm" der.  Kadı, oturduğu minderin altından bir hançer çıkarır ve : -"Sultanım siz de eğer 'ben padişahım' diye kararıma itiraz etseydiniz ben de bu hançeri sizin kalbinize saplardım..."

Sahip olduğu geçici makamı kendinden zannedenler, vekil oldukları halde asıl'a hizmet değil ukalalık yapanlar, adam kayırmayı, insanlara mevkilerine göre davranmayı bilgelik zannedenler her dönemde vardı. Ama bu aralar arttı mı, bana mı öyle geliyor bilmiyorum.


Bu dünyada mevki, makam artarsa rahatlık değil sorumluluk ve sıkıntı artar. Aksi oluyorsa ya sistemde ya adamda bir problem vardır...

Eğlenceli İş Alanları Yaratmak

İşyerinde mutluluk deyince neden sürekli zıplayan insan fotoları çıkyor bunu da anlamadım. Çok mutlu olduğum an oldu hayatta ama hiç zıplamadım sevinince... :)


Sanırım günümüzde başarının sırrı, farklı düşünmek, kalıpları yıkmak ve büyüklerimizden öyle gördüğümüz için sorgulamadan kabul ettiğimiz bazı değerleri yıkmaktan geçiyor. En azından yeni fikirler ve yaratıcı çözümler üzerinde çalışmak zorunda olan bir sektörde iseniz durum kesinlikle böyle.

İş yerlerinin belirli bir ciddiyette ve, bir bakış açısıyla, sıkıcılıkta olması gerektiği de bu kabullerden biri.  Yazılı bir kural olmasa da yetişkin olmanın insana her nedense bir sıkıcılık ve resmiyet getirmesi gerekt.iğine inanıyoruz sanırım. Aksi tüm davranışlar çocukça, ya da ciddiyetsiz olarak nitelendirilip dışlanıyor. Kim daha somurtkan ve ciddi ise ona karizma ve saygınlık yüklüyoruz. Küçük mutluluklarımızı kaybediyor, iş dünyasının boğucu problem yumağının içinde geçiriyoruz günlerimizi.

Şurası bir gerçek ki, kapitalist sistem pek insanca değildir. Odağa para, para ve daha çok parayı koyduğunuz anda insanı kısa sürede derin bir depresyona sokacak kadar sıkıntı yaşamaya başlarsınız. Çünkü her ne kadar bize çok doğru ve normal gelse de, maddi kazanca odaklı yaşamak insan ruhuna aykırıdır. Bugün bütün işletmeler, "kar maksimizasyonu", "maliyetleri düşürme", "daha verimli çalışma" gibi konulara kendilerini vermiş görünüyorlar. Görünüyorlar diyorum, çünkü birçoğu aslında tam olarak ne yaptığını ya da yaptığının yukarıdaki hedefler için ne işe yaradığını bilmiyor.  "Standartlaştırma" kavramı bir başka güncel trend. 10 toplantının 9'unda ya da 100 eğitimin 99'unda bundan bahsedilir bir şekilde ve sürekli olarak standartlaştırmanın öneminden, ne kadar kritik olduğundan, yapılırsa ne gibi faydaları olduğundan söz edilir. Bu öyle birşey ki, birkaç toplantıdan sonra "Ulan herhalde bizde hiç standartlaşma yok" diye, kendinizi sorgulamaya başlarsınız.

Şimdi aksi tarafından düşünelim ve şu teorileri ortaya atalım:

Sürekli iyileştirme hakkında!!!

Süper Marionun Sürekli İyileşmesi....


Hiçbir zafer amaç değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük bir amacı elde etmek için belli başlı bir vasıtadır.
                                                                                                                  M.Kemal ATATÜRK


Son zamanların en moda kelimelerinden biri oldu bu iyileştirme. Sanıyorum işletmecilikte moda kavramlar diye bir yarışma düzenlesek, "Yalın", "Sürekli iyileştirme" ve "Sürdürülebilirlik" mutlaka ilk beşe girer.

Şimdi bu tepemizde dönüp duran ve söylene söylene artık içi boşalmaya başlayan sürekli iyileştirmeyi biraz irdeleyelim. Önce söze neden sürekli iyileştirme diye bir söylem geliştirme ihtiyacı var onunla başlayalım;

Araştırmalar insanların iki farklı düşünce yapısına sahip olduklarını gösteriyor. İngilizce karşılıkları "fixed-mindset" ve "growth mindset" olan bu iki tipi ben sabit fikirli ve gelişime açık olarak çevireceğim. Ancak okuyucular kendilerine daha uygun gelen bir karşılık bulabilirler.

İnsanlar, kendi bilgi ve yetenekleri hakkında farklı inanışlara sahipler. Sabit fikirli insanlar, kendilerinde belli miktarda bilgi ve yetenek olduğunu ve olduğu kadarı ile ellerinden geleni yapmaya çalıştıklarını düşünürler. Bu tip bir düşünme tarzı insanı birçok riskten ve başarısızlık ihtimalinden korumakta ve psikolojik olarak daha konforlu bir alanda yaşamaları anlamına gelmektedir. Ancak aynı zamanda değişime ve yenilikçiliğe de direnç taşırlar.

Yalın Yönetim



 Türk dil kurumuna göre yalın kelimesi, "Gösterişsiz, süssüz, sade" anlamlarına geliyormuş. Son 20 yıldır bu kelime işletmeciler için bambaşka bir sürü anlama da geliyor.

Japon üreticileri başta Toyota olmak üzere rakiplerine üretim ve karlılıkta fark atmaya başlayınca bir anda dikkatleri üzerine çekti. Vikipedya'ya göre ilk kez 1988 yılında dile getirilmiş "Yalın Üretim" kelimeleri. Aradan 25 yıl geçtikten sonra bugün, Türkiye'de hala anlamaya ve uygulamaya çalışıyoruz. Aslında temelde kayıplardan kurtulmayı ve verimliliği anlatan sistem bu bloğu okuyanların artık çok iyi bildiği klasik tuzağa yakalanmış maalesef. Her zamanki gibi şekilcilik anlamın önüne geçmiş, hatta anlama fersah fersah fark atmış. Bir sürü "guru" ortaya fırlamış ve bugün müthiş büyük bir eğitim ekonomisi yaratılmış durumda.

Elbette bu ekonominin canlı tutulması, insanlarda sürekli bir eğitim ihtiyacı yaratılması ve sistemin geniş kitlelere "kurtarıcı" olarak sunulması gerekli. Türkiye "ithal" sistemler cenneti olarak yurtdışından yalın araçları tam hız kopyalayıp sonra da iyi bir kampanya ile yaymakta pek gecikmemiş. Doç. Dr. Şükrü Özen'in çalışmalarından anlıyorum ki 1990lı yıllardan sonra Tüsiad destekli olarak hızlı bir "Yalın Furya", "Toplam Kalite Yönetimi"  rüzgarı başlatılmış ve 2002 yılında Yalın enstitü kurularak devamlılığı sağlanmış. Bugün de Türk firmalarının rekabetçi olamamasının yalın olmamalarından kaynaklandığına inanan, ya da yalın araçlarını kullanmaya başlasa bir anda çok verimli ve karlı olacağını zanneden insanlar yönetici koltuklarında oturuyor.

Ekonomiden çıkış



Ekonomik dengeler ve önemli etkenlerin birbirleri ile nasıl etkileştikleri konusunda yazmaya devam ediyorum.

Önce ilk 3 yazıda yazdıklarımızı genel hatlarıyla toplayıp özetleyelim, arkasından konuya son ilavelerimi yapıp kapatacağım:

  • Bir ekonomide 4 temel piyasa var; işgücü piyasası, para piyasası, mal piyasası ve bono piyasası
  • Her ekonomi bu piyasaların dengede olduğu noktalarda bulunuyor ve bir etki ile denge bozulduğunda bu bir dizi zincirleme reaksiyon ile faizlerin, enflasyonun, çıktı düzeyinin değişimine yol açıyor.
  • Denge bozukluğunun yarattığı etki kısa vadede ve orta vadede aynı değil
  • Bir ülke ekonomisinin sağlıklı olması için; makul bir enflasyon düzeyine (%3-4 gibi), nüfus artışını kaldıracak ve işsizlik seviyelerini dengeleyecek bir büyüme oranına (Türkiye için %5), eğer Türkiye gibi dışa bağımlı (enerji, ithalat, yatırımlar için) bir ülke ise sıcak para girişime, ödemeler dengesine ve makul bir cari açık miktarına ihtiyaç var. Tüm ülkeler bunlara ulaşmak için çeşitli politikalarla önlemler almaya çalışıyor.
  • IS eğrisi mal piyasalarının denge noktalarını temsil ediyor ve kamu harcamaları ve vergi politikaları ile doğrudan etkileniyor, para piyasalarını gösteren LM ise M/P reel para arzındaki değişikliklerden etkileniyor.
  •  AS eğrisi toplam arz eğrisidir ve Pe  ile tanımladığımız fiyat artış beklentisinden etkilenir, AS eğrisinin maaş ve fiyat belirleme formüllerinden türetildiğini ve çıktı mikratının (Y), fiyatlara etkisini yansıttığını unutmayın. AD ise toplam talep eğrisidir ve M/P, G, T (reel para, kamu harcamaları, vergiler) iletkilenir. AD eğrisinin IS - LM eğrilerinin denge noktalarından oluştuğunu ve her ikisini etkileyen faktörlerden de etkileneceğini hatırlayın.
  • İster genişleme ister daraltma politikası olsun, istenen etkinin alınıp alınamayacağı iki etkene bağlıdır; tüketicinin ve yatırımcının beklentileri ve politika uygulayan birimlere güven.
Özetten sonra AS ile ilgili iki önemli kanuna değinelim:

Ekonomiye Devam

 
 
Artık 2 piyasayı izleyerek oluşturduğumuz ve aslında ekonominin talep kısmını ifade eden IS-LM modelimiz biraz geliştirmenin zamanı geldi. Ekonominin arz kısmına da bakmak gerekiyor ve bunu yapabilmek için işgücü piyasasını da işin içine sokacağız. Çünkü arzın miktarını onlar belirliyor.
 
İşgücünün önemli bir özelliği var. Onlar hem ürettikleri için arz fonksiyonunun içindeler hem de aynı zamanda tüketici olduklarından talep fonksiyonun da içindeler.
Bu özellik nedeni ile iş piyasasını formüle ederken 2 temel eşitliğe bakacağız. Maaşlar nasıl belirleniyor, ürün fiyatları nasıl belirleniyor. Vakit ve yer darlığı nedeni ile nasıl türetildiklerini es geçerek direk formülleri yazıp biraz açıklayalım. Ama her zaman olduğu gibi formülü ezberlemek değil içindeki mantığı anlamak önemli:
 
W = Pe.F( u-, z+) formülü bize maaşların belirlenmesinin nasıl yapıldığını özetlemek üzerine kurulmuş. Formülere göre maaş seviyeleri Pe ile ifade edilen maaş beklentisi ile u: işsizlik oranı ve z: diğer sosyal hakların bir fonksiyonu. + ve - işaretleri ise bize ilişkiyi anlatıyor. Maaş seviyesindeki beklenti ki bu da önceki yılın enflasyonu ile tetikleniyor, direk etkili, işsizlik azalırsa maaş seviyeleri artıyor (ters ilişki var), sosyal haklar artarsa maaşlarda haliyle artmış oluyor (pozitif ilişki var).
P = (1+µ) W formülü ise ürün fiyatlarının nasıl belirlendiğini anlatıyor. Gördüğünüz gibi maaş seviyeleri direk etken. O nedenle az sonra uzun vadeli ekonomiyi yorumlarken maaş seviyeleri artarsa ürün fiyatları da artar diyeceğiz. µ ise marka değeri ya da üretim maliyeti üzerindeki değeri ifade ediyor ve tam rekabetçi piyasalar için 0 kabul ediliyor.


Ekonomiye giriş



Bir önceki yazıda ülkeyi bir şirkete benzetmiş ve ekonomi konuşurken neden cari açıktan, ödemeler dengesinden, enflasyondan, faiz oranlarından filan bahsettiğimizi anlamaya çalışmıştık.

Bu ekonomi oyunu binlerce değişkenin öngörülemez şekilde birbirini etkilediği bir tiyatro gibidir ve kimse tam olarak neler olacağını göremez. Ancak temel değişkenler ve bağlantılar tanımlayabilir ve bu şekilde daha kolay yorumlayabiliriz.

Önce temel parametrelerden başlayalım. Herhangi bir ülkede ekonomi diye birşeyden bahsedilebilmesi için 4 şeyin mutlaka olması gerekir:
  1. Üretilen ve satılan mallar, bir ticaret olmalıdır (mal piyasaları - IS eğrisi)
  2. Ticarette kullanılan paranın tanımlandığı, el değiştirdiği bir piyasa olmalıdır ( para piyasası - LM eğrisi)
  3. Para yerine kullanılan varlık ürünlerinin piyasası olmalıdır (Bono piyasaları)
  4. Söz konusu üretme eylemini gerçekleştirecek iş gücü olmalıdır ( iş gücü piyasası)
Bu dört piyasa da birbirini etkiler ve bu dört piyasa da dış değişkenlerden (enflasyon, faizler, beklentiler vs..) etkilenir. İlk varsayımımız şudur: Herhangi bir ekonomide mutlaka zamanla bu 4 piyasa da dengeye gelir. Bu dördünün denge noktaları ve birbirlerini nasıl etkiledikleri önemlidir. Bunu basitleştirmek için ekonomi teorisyeni Keynes, emek piyasasını (yaşadığı dönemdeki şartlar nedeni ile) göz ardı ederek 3 piyasayı dikkate almış ve bu 3 piyasadan ikisinin dengede olduğu yerde 3. de dengededir demiştir. Gördüğünüz gibi bu ifade sonsuz değişkenli karmaşık yapıdan sıyrılmak ve basit modellerle ilişkileri anlamak üzerine bir teoriyi ifade ediyor.

Basitçe inceleyelim:

Makro Ekonomi


Ekonomi ile ilgili fikir yürütmeye devam ediyorum. Necip Çakır hocanın derslerine girip kavramları anlamaya çalıştıkça ülke ekonomisi ile şirket muhasebesi arasında çok net ve doğal bir bağlantı gördüm. Bir şirketin tüm varlıkları iki kısma ayrılıyor; aktifler ve pasifler olarak. Aktiflerde kullanım içinde olan kaynaklar ve pasiflerde bunların finanse edildiği kaynaklar var ve haliyle bunlar birbirine eşit. Bu elbette bir gösterim şekli. İşletme çalışırken nasıl kaynaklar kullandığı ve bunların içeriden mi yoksa dış kaynaklı borçlarla mı finanse edildiğini net görebilmek için bulunan bir ifade şekli. Elbette işletmenin iş yapabilmesi ve üretebilmesi için öz sermayeden ya da kısa/uzun vadeli borçlardan para sağlaması ve masraflarını karşılaması gerekli. Sonucunda da malını satacak, kar edecek ve borçlarını ödedikten sonraki kısmı net kar olarak kendisine kalacak. Temel mantık çok basite indirgenmiş hali ile bu.

Şimdi ülkeleri ve makro kavramları bir kenara bırakıp Türkiye'yi bir şirketmiş gibi düşünelim. Ama sıradan şirketlerden bir farkı olsun; her sene istesek de istemesek de çalışan sayısı (nüfusu) artsın. Ve bu harika şirkette elde edilen gelir çalışanlara dağıtılıyor olsun. Bu şartlarda eğer işletmemiz bir önceki seneye göre büyümezse, çalışan sayısı arttığından kişi başına düşecek gelirin azalacağı aşikardır. Ayrıca bu geliri sabit tutmak için en az çalışan sayısı artış oranı kadar büyümek zorunda olduğumuz da bellidir sanırım. Buna (1) diyelim.

ATAM İZİNDEYİZ!

80 sene oldu atam ama biz hala izindeyiz. İzin bir bitse, çalışmaya başlasak olacak ama olmuyor işte. Sürekli izindeyiz.

Türkler şöyleydi, böyleydi diye beylik laflar etmek istemiyorum. Geçmişle övünmenin bugüne faydası yok çünkü. Ama Türk milletinin bilebildiğimiz tüm tarih kayıtlarında ele geçirildiğini, buyruk altına alındığını, sömürüldüğünü gösteren hiçbir yazı yok. İlk defa oluyor bunlar. İlk defa sistemli ve kararlı çalışmalar Türk milletinin en karakteristik özelliklerini çözmeyi ve bu çözelti içinde teker teker ayrıştırmayı başarıyor gibi görünüyor.

Bakın ne demişti Napolyon Türkler için bir zamanlar:

Para Politikaları


Daha önce Türkiye Ekonomisi Hakkında Güncel Konular dersinden ve Prof. Dr. Necip Çakır hocadan bahsetmiştim. Derste genel olarak makro ekonomik değişkenlerden, bunların piyasaları nasıl etkilediğinden ve önemli ekonomik göstergelerin Türkiye'de, Avrupa'da ve Amerika'daki seyirlerinden bahsediyoruz. Elbette bir işletme yöneticisi için, üst düzey bir müdür için veya bir şekilde işletmecilik ve yönetim konularına ilgi duyan bir kişi için büyük resmi görmek ve işletmeyi etkileyen en önemli dış etkeni, piyasaları takip etmek çok önemli. 

Bu yazıda bunlardan imkan ölçüsünde bahsederken bir taşla 3 kuş vurmuş olacağım. 3 amacım var; birincisi kendime makro ekonomi ve piyasalar ile ilgili notlar almak, ikincisi yazarken aynı zamanda kavramları kafamda netleştirmek ve üçüncüsü eğer ulaştırabilirsem, sınıf arkadaşlarımın da vize ve final öncesinde bu özetten faydalanmasını sağlamak.  

İşe öncelikle şu temel ayrımı yaparak başlamalıyız: bir ülkede ekonomi yönetiminin dengede tutmaya ve istikarlı yapmaya çalıştıkları iki temel unsur vardır; "Fiyat istikrarı" ve "Finansal istikrar". Fiyat istikrarı, ülkedeki fiyatların makul ve sürdürülebilir bir oranda artması, ani değişimler ya da büyük iniş çıkışlar göstermemesidir. Enflasyon genel tanımı ile ifade edilen fiyat istikrarının sağlanamaması durumunda çok yıkıcı olan yüksek enflasyon ile ya da Japonya gibi negatif enflasyon (deflasyon) ile yüzleşmek durumunda kalınır. İstikarsız fiyatlar üretimi çok riskli ya da anlamsız kılmakta ve/veya paranın üretim dışında kullanılmasını çok daha cazip yapmaktadır. Fiyat istikrarının olmadığı bir ülkede işletme sahibinin, yatırımcının ya da bir tasarruf sahibi bireyin önünü görmesi, yatırım kararı vermesi ve riski yönetmesi çok zordur. Bu nedenlerle uzun yıllardır fiyat istkrarının sağlanması merkez bankaları için birinci öncelikli hedeftir. 

Sıkıntı Üzerine...

Bazen tüm dertler sıkıntılar üstüste gelir, aman vermeden insanın üstüne üşüşür hayat. Nefes alamaz, düşünemez olursun. Çok öğüt dinlersin bu zamanlarda ama kaza gelip çattığında en güzel sözler de en tatlı nameler de geçer gider kulaklarından. Duyarsın ama anlamazsın. Bakarsın ama görmezsin. 
 
Can elbet sıkılacak bu hayatta. Herşey zıddı ile mümkün olduğu için sıkıntı olmadan mutluluk ve ferahlamanın da tadı olmaz. Ve tecrübeyle sabittir ki, esas dert ve sıkıntıdan birşeyler kalır insana. Yanarak pişer elma gibi, ancak onunla olgunlaşır ve büyür. Gel gör ki aciz insan sıkıntının içindeyken bunların hiçbirinin faydası dokunmaz ona. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi görünür dertler.
 
Canım yandımı Mevlana’ya koşarım ben. Acı ve sabır ehlidir. Anlar gönül halinden çünkü. Bakın neler demiş, sıkıntı üzerine: 
  • Sıkıntılar, çileler ocağın posayı gümüşten ayırması içindir. İyi ve kötünün imtihanı; altının kaynatılıp, tortunun üste çıkmasıdır.
  •  Kimde dert varsa o koku almış, dermana ermiştir. Kim daha çok uyanıksa, derdi daha fazladır.
  •  Her ağlamanın sonu gülmektir.
  •  Akarsu nerdeyse orası yeşerir. Gözyaşı varsa rahmet gelecektir.
  • Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam Yaratıcı’nın emri ile tesir eder. Allah dilerse bizzat gam ve sıkıntı sana neşe bile olabilir. 
  • Gam ve kederin anahtarı sabırdır. Endişe etmekten sakın, sakin ol. İlacın başı perhizdir. Düşünce ve mantık perhizi yap ki, can kuvvetini göresin. Kaşınmak uyuza ilaç olmaz, sadece kaşıntıyı artırır. 
  • Başına gelen eziyetler artıyor değil mi? Buğdayı başak olsun diye toprağa attılar. Değirmende un olsun diye ezdiler. Ekmek oldu. Dişleri ile ezdiler. Ezil ki; can olasın. Can veresin!..
  • Rahmet ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı rahmet denizi dalgalanmaya başlar. Dal, ağlayan buluttan yeşerir. Mum ağladıkça aydınlık artar!..
  • Dert; Allah’ı gizlice anmana vesile olacaksa tüm dünya malından yeğdir. Dertsiz dua soğuktur. Dertli dua gönülden, aşktan gelir. Sabır; sıkıntıların anahtarıdır.
  • Gamdan sevinmeye çalış.Gam,vuslat tuzağıdır. Bu yolda aşağıya düşüş aslında hakikâte yükseliştir. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkât çekişinse maden.Gam derdine düşen, madeni kazmaya başlamıştır. Azimle kazan kişi, ulaşır defineye.

Paranın satın alamayacağı hiçbirşey vardır!


Öncelikle belirteyim; başlık kasten çarpık. Başlık dediğin içeriği yansıtmalı çünkü ve bahsedeceğimiz içerik de bir çarpıklığı anlatıyor.

Ne için çalışıyoruz yazısında biraz bahsetmiştim. Günümüz dünyası hayat amacı olarak parayı almamız gerektiğini ve ona sahip olursak herşeye, olmazsak hiçbirşeye sahip olamayacağımızı iliklerimize kadar işleyip duruyor. Ancak Aristotalesin sözlerine, Sokrates'in felsefesine, Sokrates'ten sonra öğrencisi Platon'un onun ağzından yazdığı "Devlet" kitabına bakacak olursak bu son 4-5 bin yıldır böyle.

Ortada bir tez varsa doğrulamak gerek. Para ile neleri satın alabileceğimize ve alamayacağımıza bir bakalım;

Belirsizlik ve Seçim

Belirsizlik insan yaşamının, aynı ölüm gibi,  mutlak bir öğesidir bana göre. Her ikisi de her insan için kaçınılmazdır ama her insan elinden geldiğince bu ikisinden kaçınmak için çabalar. Tarih boyunca insan hep ölümsüzlüğün ve belirliliğin peşinde koşmuştur. Tarot, astroloji, fallar, kahinler ve daha niceleri hep bu tutkudan beslenir.

Belirsizlik insan beyni için korku ve rahatsızlık sinyalleri demektir. Sürekli düşünme ve tetikte olma durumunu da beraberinde getirir. İnsanı psikolojik olarak rahatlatacak şey mümkün olduğunca herşeyi belirli ve kontrol altında tutmaktır. Bir insanın nasıl bir işte ve nasıl bir yönetim tarzı ile daha rahat ve mutlu olabileceğini belirleyen de bu belirsizlikle yaşayabilme özelliğidir. Kimi insiyatif almak, risk yaşamak ve dolayısıyla belirsizlikle belli oranda yüzleşmek ister, kimi hayatında hiçbir belirsizlik olmasın, ne yapacağı ve ne zaman yapacağı kesin olarak belli olsun ister.

Bir işletme yöneticisi için de belirsizlik kesinlikle yok edilemeyecek bir etkendir. İç piyasalar, dış piyasalar, çalışanların durumları, mutlulukları, müşteri beklentileri, teknoloji, finansman kaynakları, piyasa koşulları, rakip firmalar sürekli ama sürekli değişir. Geleceğe bakıldığında ise hiçbiri hakkında kesin bir hüküm vermek mümkün değildir.

1 MAYIS

İşletmecilikle, yöneticilikle ilgili kendi çapımda çok şey yazdım şimdiye kadar. Ama şimdi işletmenin esas "iş" yapan kısmıyla, işçilerle ilgili birşeyler söyleme zamanı.

Söze büyük üstad Nazımla başladık. Ruhu şad olsun...

Bugün 1 Mayıs, İşçi bayramı. Bu konuda kafama takılan canımı sıkan pek çok nokta var ama ilk olarak işe neden 1 Mayıs işçi bayramı ve işçiler hangi aşamalardan geçip bugünlere gelmiş onu yazarak başlayalım:

"İlk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüyüş düzenlendi.
 

1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktı. Chicago(Şikago)'da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı.
 

Bir şey eksik ama ne?

Öğrenme sürecinin birkaç aşaması var. Öncelikle neyi bilmediğinizi öğreniyorsunuz. Daha önce aklınızda olmayan yeni sorular ve boşluklar beliriyor insanın kafasında. Herhangi bir konuda daha önce duymadığınız ihtiyaç, öğrenme isteğinizi tetikliyor. İkinci adım bilmediklerinizi öğrenme kısmı, yavaş yavaş, hata yaparak işliyor bu kısım. Üçüncü aşama ise öğrenilenlerin içselleştirilmesi, özümsenmesi ve beyin tarafından otomatikleştirilmesi kısmını oluşturuyor. Son aşama ise artık öğrenilen şeyi düşünmeden tamamen otonom sinir sistemi ile yapmak ki bunun için çok fazla pratik gerekiyor.
Araştırmalar en çok hatanın 2. ve 4. kısımda oluştuğunu gösteriyor. Yani bir yeni yeni öğrenirken, bir de öğrendiğimizden kesin olarak eminken hata yapıyoruz. Hafızam beni yanıltmıyorsa bunu ilk kez NurdoğanArkış’ın bir eğitiminde dinlemiştim. Araba kullanmayı öğrenmeyi örnek vermişti.  Yeni araba kullanmayı öğrenirken hatalar yapılması, beyin her küçük hareketi tek tek düşünmek zorunda olduğundan oldukça normal görünüyor. Ancak usta sürücü olup artık aktif beyni tamemen devreden çıkaracak derecede aşırı özgüven de aynı şekilde hatalara yol açıyor.

Stratejik Düşün-me


Stratejik yönetimle ilgili daha çok şey yazacağım. Her nedense bu aralar bu konuya takmış durumdayım. İçgüdüsel olarak bu konu ve bunu çevreleyen yazılar, yayınlar, fikirler beni kendine çekiyor.

Almakta olduğum yüksek lisans eğitiminin de temel taşlarından birisi stratejik yönetim. Hatta işletmecilik yapacaksanız, bir kuruma katkı vermeye ya da o kurumu yönetmeye niyetleniyorsanız yaptığınız her işin, attığınız her adımın, söylediğiniz her sözün bu amaca hizmet etmesi gerekiyor.

Ama öncelikle bu stratejik yönetimin ne olduğunu nasıl anladığıma bakalım. Konuyla ilgili hatırı sayılır bilgiyi en azından okumuş biri olarak çıkardığım sonuç şudur:

-        -  Stratejik yönetimin ilk ve en önemli gerekliliği stratejik düşünmedir

Bu olağanüstü açıklayıcı bilgiyi verdikten sonra konuyu kapatsam danışman olarak iyi para kazanırım. Çünkü bu ve buna benzer tam olarak ne demek istediği meçhul, nasıl olacağı ise hayatın anlamı gibi tam bir sır olan birkaç beylik lafı biriktiren bu konularda ahkam kesiyor.

Eğitim olanakları


İnternet hayatımıza çok şey kattı, çok şey de aldı. Ama tartışılmaz bir gerçek olarak birçok konuda hayatın akışını geri dönülemez biçimde değiştirdi. Artık bilgiye ulaşamamak gibi mazeretimiz yok. Bilgi sahibi olmakla da çok övünülecek taraf kalmadı çünkü isteyen herkes hemen hemen her bilgiye erişebiliyor artık.

Bir önceki yazıda eğitimin içeriğinden ve kullanım şeklinden bahsedip sonra bu konudaki fırsatları belirteceğimi yazmıştım. Ara ara bu başlığa dönüp eklemeler yapmayı da düşünüyorum. Ancak maalesef imkanların hemen tamamı İngilizce bilmeyi hem de iyi derecede bilmeyi zorunlu kılıyor. İnternette en geniş bilgi/kaynak her zaman İngilizce dilinde maalesef ve Türkçe eşleniklerini bulmak pek kolay değil. Umarım birilerine faydası olur:

Eğitim! Ama nasıl ve nerede?

Eğitim artık önemli konular arasından çıktı, olmazsa olmaz konular arasına girdi. Rekabetin can yaktığı iş dünyasında lise mezunları çoktan tarih olurken yerini mutlaka üniversite mezunu olma gerekliliği almıştı. Sonra buna yabancı dil zorunluğu eklendi. Ardından yükseklisanslı olanlar öne çıkmaya başladı ve MBA kültürü de virüs gibi yayılınca artık yükseklisans yapmamış insan sayısı da hızla azalıyor. Ya da yapanların sayısı büyük bir hızla artıyor demek daha doğru olur. Yakın gelecekte doktorası olmayanların işe alınmadığını görürsem şaşırmam sanırım.

İşletmenin boyutları

Yöneticilik ve strateji üzerine bini aşkın makalesi ve onlarca kitabı olan büyük üstat Peter Drucker'dan feyz almaya ve yazdıklarını anlamaya çalışmaya devam ediyorum.

Daha önceki yazılarda işletmecilik hakkında, liderlik hakkında, yöneticilik hakkında binlerce anlamsız ve mesnetsiz yazının olduğundan şikayet etmiştim. O zaman da yad ettiğim gibi Drucker bu tanımın dışında bırakmamız gereken gerçek beyinlerden biridir.

Gün gün Drucker kitabını okurken işletmeyi 3 ana boyutta anlattığını ve bu konudaki öngörüsünü gördüm. Paylaşmak istedim. Bakın ne diyor üstad:




"Geleceğin toplumundaki şirketlerin üst yönetimleri için önemli bir görev, şirketin bir örgüt olarak şu üç boyutunu dengelemek olacaktır: ekonomik boyut, insani boyut ve önemi gittikçe artan toplumsal boyut. Geçen yarım yüzyılda geliştirilen bu üç şirket modelinden her biri bu üç boyutun birini öne çıkardı ve diğer ikisine daha az ağırlık verdi. "Sosyal pazar ekonomisi" temeline dayanan Alman modeli toplumsal boyutu ön planda tuttu; Japon modeli insan boyutuna ağırlık verdi ve Amerikan modeli ekonomik boyutu ön plana çıkardı.

Toprak, Makine, İnsan


Bir ara "Tüfek, Mikrop ve Çelik" isimli bir kitap okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam Tübitak yayınlarına ait bir kitaptı. Bir araya geldiğinde çok anlamlı olmayan bu üç kelime, onbinlerce yıllık insanlık tarihinin nasıl şekillendiğini, insanlar için önemli olanın nasıl zamanla evrim geçirdiğini, göçebelikten yerleşik düzene geçişin nasıl üretimi ve gelişimi tetiklediğini anlatıyordu.

Okudukça aslında ırkların ya da milletlerin birbirlerinden daha akıllı ya da üstün olmadığını, tarihte onları güçlü kılanın çoğunlukla bulundukları coğrafya ve sahip oldukları doğal kaynaklar olduğunu anladım. Herhangi bir icadın enlem boyunca yani benzer iklimlerde yayılma hızının boylam boyunca yayılmaya oranla 100 lerce kat hızlı olduğunu öğrendim mesela. Örneğin tüfek Çinde ve Kuzey Amerika'da aynı anda bulunsa Çinden Avrupaya 50 yılda, Kuzey Amerikadan Güney Amerikaya 500 yılda gelebiliyormuş. Nispeten küçük bir alana çok kalabalık yerleşmiş Çinlilerin ya da bir adaya sıkışmış Japonların neden yemek kültürlerini bize ters gelen şekilde geliştirdiklerini de öğrendim.

Ne için çalışıyoruz?

Bu hikayeyi çok severim. Ara sıra da kendime hatırlatmaya çalışırım:

"Yaşlı bir adam emekliliğinden sonra sakin bir kasabadan ev alır ve ömrünün son demini huzur içinde orada geçirmek ister. Ancak ev aldığı mahellenin çocukları son derece haşarıdır ve hergün kapısının önündeki çöp konteynırlarına vurarak yüksek gürültü çıkarmakta ve o şekilde oynamaktadır.

Yaşlı amcamız 5-6 gün sabreder. Sabırla olmayacağını anlayınca çocuklar için harika bir çözüm bulur:

Bir gün okul çıkışı çocukların yolda önlerini keser. Onlara:

 "- Çocuklar, hepiniz çok akıllı ve güzelsiniz ve bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz.  Ben de sizin yaşınızdayken tenekelere vurmayı ve yüksek gürültü çıkarmayı çok severdim. Sizden hergün gelip bunu kapımın önünde yapmanızı rica ediyorum. Eğer her gün kapımın önünde gürültü yaparsanız herbirinize 1 TL vereceğim" der.

Bir hafta çocuklar durumdan çok memnundur. Gelip istedeklerini yapmakta ve üstüne 1TL de para almaktadırlar. 1 haftanın sonunda yaşlı adam çocukların yanına gider ve:

Kişisel olarak gelişsem mi?



Kişisel gelişim alanı çoktan dünya çapında bir endüstri haline geldi. Popüler kültürün birçok konusunda olduğu gibi çıktı, amacın çok ötesine geçmiş durumda. Sağlıklı bir işleyişte değerli fikirleri olan birinin bunları kitaplaştırması, insanlara yardımcı olmak amacı ile deneyimlerini ve bilgilerini paylaşması ve eğer iyise bunun sonucunda para ve ün kazanması gerekir. Ama sonuç para ve ün olunca sonuca ulaşmak içeriğin her zaman önüne geçer. Kitapçılarda uzun zamandır kişisel gelişim kitapları için ayrı ve büyük bir reyon bulunuyor. Ama binlerce yıllık insanlık tarihinde kişisel gelişim neden bu yüzyılda birden çoştu acaba? Daha önce kişisel gelişim önemsiz miydi? İnsanlar kendilerini geliştirmeye çalışmıyor muydu?

Bu sorunun cevabını ararken kendimi içinde bulunduğumuz yüzyılın şartlarını öncekilerle karşılaştırırken buluyorum. 21. yüzyıl öncesinde insanların bilgi sahibi oldukları alanlar görece çok daha azdı. Nüfus daha düşüktü ve ekmek için yapmanız gereken mücadele daha azdı. Ayrıca dalgalı bir seyir izlese ve batıl kısımları olsa da manevi tatmin daha fazlaydı. İnsanlar daha çok şeye inanıyor ve daha az şeyi sorguluyorlardı. Bu yüzyılda bilgi o kadar çeşitli ve detaylı ki, örneğin, fiziğin tek bir dalında bile uzman olmanız için ömrünüzü adamanız gerekiyor. Eski zamanın insanlarından bahsedilirken duymuşsunuzdur; kendisi fizik, matematik, biyoloji, astronomi ve tıp ilimlerinde ilerideydi filan diye. Artık duyamazsınız.

Ekonomi süpermiş!


İngiliz politikacı Benjamin Disraeli şöyle demiş:

“3 çeşit yalan vardır; yalan, kuyruklu yalan ve istatistik.”

Mark Twain ise; "Rakamlar yalan söylemez, ama yalancılar rakamlarla oynayabilir" demiş.

Bu sözlerin ardından istatistiklere ve anket sonuçlarına inanmak zor. Çünkü hemen hemen tüm güç odakları sonuçlarla oynayarak ya da en azından biraz süsleyerek veya törpüleyerek gerçeği gölgelemeye çalışıyor. Önünüze her ne maksatla konursa konsun her sonuca, her grafiğe kaynağını sorgulayarak biraz şüpheyle bakmak lazım.

Ancak olayları yorumlamak, trendlere bakmak ve geçmişten bugüne seyri görmek istediğimizde istatistik biliminden faydalanmaktan başka çaremiz yok. İşletme içerisinde de birçok veri toplanıyor ve bir çok raporlama yapılıyor. Bunlar için de dahil olmak üzere eldeki verinin doğruluğu, güncelliği ve anlamlılığı birinci derecede önemli. Zira doğru bilgileri toplamadan doğru hamleleri ancak tesadüfen yapabilirsiniz, o da sürekli olmaz.

Geçtiğimiz günlerde "PEW Global" isminde Amerikan bir araştırma şirketi dikkatimi çekti. Aslında 2013 yılında "Yeni nesil Ebebenlik" araştırmaları ile yakaladım internette. Biraz deşip içinde gezinince sosyal, ekonomik ve demografik birçok alanda anketler ve raporlar hazırladıklarını, bunları sitelerinden duyurduklarını öğrendim.

Yeni nesil ebebeynlik araştırmaları, Amerika için, kadının çalışma hayatında giderek artan ağırlığını, erkeklerde ise ev işleri ve çocuk bakımı yüzdelerinin artışını konu alıyor. İleride değiniriz belki.

Benim asıl ilgimi çeken global araştırmalar bölümündeki araştırmalar. Yazının başında dedik ya pek itibar etmemek lazım diye, pek itibar etmesem de gördüklerim beni bir kere daha üzdü. Sorular şöyle;

Bana ne lan müşteriden!

Müşteri memnuniyeti!

Son on yılın en önemli gündem maddelerinden birini oluşturuyor. İşletmelere bol keseden başarı reçeteleri yazan dünyadaki yüzlerce "yönetim doktoru" her firmaya günde 3 kez birer kaşık müşteri memnuniyeti almalarını arada bir de ateşlerini ölçtürmelerini tavsiye ediyor.

Bu tip önerilerin bir özelliği var. Dışarıdan bakınca son derece bariz ve izahı lüzumsuz görünüyorlar. Herhangi bir ticari faaliyet yapıp müşterisini memnun etmeyecek kadar saf hiçbir tüccar olduğunu sanmıyorum. Ama daha önceki yazılarımda açıkladığım "Başarının 7 formülü", "Harika işletmelerin 10 özelliği" gibi "derin" ve "manalı" makalelerin tümünde bu madde mutlaka bulunur ve üzerinde önemle durulur. Derler ki; müşteri memnuniyeti kritik derecede önemlidir ve becerebilirseniz işletmeniz için önemli bir ayırt edici özellik olacaktır. Bunu duyan işletmeler işi bir derece ileri götürür ve misyon vizyon ifadelerine ya da değerlerine öncelikli amacımız müşterilerimizi memnun etmektir yazarlar.

Yazarlar da, o yazı orada öylece kalır. Birçoğu bunun için ne yapacağını bilmez. Müşterinin gözünden satış prosesini incelemez ve gereksiz bir sürü bürokrasiyle işi yokuşa sürdüğünü bile farketmez. Sonra bir aklı evvel gelip müşterilerini çalınca doğru danışmanlara koşup "Aman hoca bizi kurtar" derler. Bol nasihat dinleyip çuvalla para öderler.

Müşteri memnuniyeti hiçbir işletmenin öncelikli amacı olamaz. Aslında işletmelerin yalnız ve ancak tek bir amaçları vardır; olabildiğince fazla kar etmek. Diğer tüm uğraşlar; çalışan memnuniyeti, müşteri memnuniyeti, farklılaşma, pazarlama, reklam vb. yalnızca bu ana amaca hizmet ediyorsa anlamlıdır. O nedenle hep yaptığımız hatayı yapıp araçla amacı birbirine karıştırmamak gerekir. Müşterilere vereceğiniz her taviz bir sonrakini gerektirecektir ve birilerinin müşteriyi memnun edeceğiz diye yapılanların gerçekten ekonomik bir geri dönüşünün olup olmadığını sorgulaması gerekir.

Özellikle birebir müşteri ile çalışan hizmet üreticileri için "Müşteri her zaman haklıdır" demek ve küfür de etse, terbiyesizlik de yapsa, bariz şekilde haklı da olsa onları çalışanlardan üstün görmek bana göre kibar tabiriyle "gerzeklik"tir. 1. öncelik çalışanlara verilmeli ve onların memnuniyeti önemli olmalıdır. Zira memnun müşterinin bir kez daha geleceği şüpheli olsa da memnun çalışanın işletmeye pozitif katkı yapacağı kesindir. Ayrıca kızgın ve kırgın çalışanın müşteri memnuniyeti sonucu üretmesi de imkansızdır.

Müşterinin her zaman haklı olduğu ve ölçüsüz bile olsa tüm taleplerinin yerine getirilmesi gerektiği inancı maalesef işletmeleri batmaya bile sürükler. Aslında kritik olan, müşterinizi başka firmaya geçmek zorunda hissetmeyecek kadar memnun kılmaktır. Yani ona sağladığınız memnuniyet sizin firmanızı seçmesine ya da seçtiyse devam etmesine neden olmalıdır. Bu sonucu üretmeyen her çaba intihar olacaktır. İşletmenin müşteriyi memnun edeceğim diye omurgasız hale gelmemesi ve her talebe onay vermemesi de hayati önemlidir. Müşteri isteğinin açık şekilde karlılığı etkilediği ve başka noktalarda riskler oluşturduğu noktada dur demesini bilen "karakterli" işletmeler uzun vadede hayatta kalmayı daha yüksek oranda başarır. Zira nispeten kısa sayılabilecek meslek hayatımda Bursa'da ana tedarikçi firmalar yüzünden batan 3-4 işletme tanıdım.

Müşterilerinin neler isteyeceğini öngörmek, daha doğrusu hangi ek hizmetlerin kendi tercih edilirliklerini, dolayısıyla karlılık ve sürekliliklerini arttıracağını bilmek çok önemli bir lider meziyetidir. Ancak müşteriyi memnun ederiz bu da tercih edilmemize neden olur saf düşüncesiyle yapılan eylemlerin gerçekliğini ayırt etmek de eş derecede önemlidir. Zira Türkiye'de ağzınızla kuş tutup ziyarete geldiklerinde ip üstünde cambazlık yapsanız da son kararda kötü ama ucuz malı tercih edecek bir sürü müşteri vardır. Müşteri için "gerçekte" neyin değerli olduğunu sezmek başarılı işletmeciliğin ilk koşuludur. Dünyanın en lüks uçuş hizmetini veren Katar havayolları ile dünyanın en ucuz ve özelliksiz uçuş hizmetini veren Sunway havayolları aynı derecede başarılıdır. Her ikisi de kendi hitap ettikleri müşteri profilinin "gerçek" değerlerine hizmet etmekte ve arada bocalayan rakiplerini geride bırakmaktalar.

Uzun lafın kısası, müşteri memnuniyeti bir araçtır ve işletmeyi karlılığa götürmesi beklenir. Götürmüyorsa o araçtan inilip başka bir araca binilmesi evladır.

Geçici sözleşmeli çalışanlar

Kapitalist bir sistemde rekabetin sonu yok. Her gün biraz daha, biraz daha kısmak zorundasınız harcamalardan ve sürekli insanları daha verimli ve daha da verimli yapmalısınız. Karamsar bir kısır döngü yaratıyor insan psikolojisinde bir süre sonra. Bu konuda Eric Fromm'un yazdıklarını okumanızı ve bu sürecin insanları nasıl tükettiğini iyi anlamanızı tavsiye ediyorum. Eric Fromm la ilgili ilerde daha fazla bilgi aktaracağım.

Bu masraf azaltma ve çalışanları da esnek olarak kullanma konusunda son trend sözleşmeli çalışanlar. Bu sitede orjinalini görebileceğiniz yazıda Amerika'da en büyük IK danışmanlık şirketlerinden Allegis ve Human Capital Instute'ün birlikte yaptıkları bir araştırmadan bahsediyor.

Araştırmada şirketlerin neden sözleşmeli çalışanlara eğilim göstermeye başladıklarını sorgulayan geniş bir anket kullanılmış ve çok yüksek katılımcı ile yapılmış. Aşağıda sonuç grafiğini İngilizce olarak bulabilirsiniz:




 



























Sonuçlar şaşırtıcı değil. Şirketlerin öncelikli amacı "esneklik". Bugüne gelir tablosunda "sabit gider" olarak yazılan çalışan masrafını "değişken gider" olarak gösterebilmek derdindeler. Böylece üretimin durumuna göre rahatlıkla kadroyu daraltıp genişletmek ve dar zamanlarda gereksiz sabit gider yapmamak mümkün.

Şirketler açısından bakıldığında durum güzel de bunun çalışanlara yansıması nasıl acaba? Bu sistem çalışanların ücretleri ve sosyal hakları konusunda neler getiriyor neler götürüyor bilmiyorum. Ancak araştırmadan çıkan sonuç 2020 yılına kadar Amerikada tüm çalışanların %40'ının bu şekilde çalışacağını öngörüyor. Size tehdit midir fırsat mıdır bilmiyorum, ama eğilimi görmek ve ona göre hazırlanmak gerek...

Kendime not

İki yazı önce, ateşten bahsederken hayatın önceliklerini sorgulamış ve asıl değerli olanın genelde peşinde koştuklarımız olmadığını söylemiştim.

2 gün önce canımı fena acıtan sıkıntı bulutu çok şükür dağıldı. Ama gitmeden önce bende bir sürü soru, birkaç cevap ve bir önemli ders bıraktı. Ben insana sıkıntı veren şeylerinin tümünün bir amacı olduğuna, sonu kötü de görünse aslında başka bir açıdan hayıra götürdüğüne inanmaya çalışıyorum. İnanıyorum diyemiyorum çünkü sakin havada bunları söylemek kolay da, fırtınanın içinde pek öyle olmuyor. Ama neticede her sıkıntı bizde güzel bazı değişiklikler de bırakıyor. Acziyeti anlamak, kibirden uzaklaşmak ve peşinen hüküm vermemek gibi.

Akşam internette geleneksel amaçsız dolanma işimi yaparken Şems cevabı verdi bana. Ben de paylaşmak istedim:

"Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?"   Şems-i Tebrizi

Zaten kendisi tokat gibi cevapları ve eğilmez bükülmez kişiliğiyle çok önemlidir benim için. Karakterine uygun davrandı dün akşam. Sağolsun... :)

Beklenti Teorisi

Bu teori Yale Üniversitesi İşletme Profesörü Victor Vroom’a ait 1964 tarihli bir motivasyon ve yönetim teorisidir. Vroom temel olarak insanların özellikle karar alma ve liderlik konularında neden bazı davranış kalıplarına uygun hareket ettiklerini anlamaya çalışıyor.

Teoriye göre kişi karar verirken ya da eyleme geçerken belli bazı şekillerde davranır çünkü belli bir beklenti kalıbını seçecek şekilde motive olmuştur. Başka bir deyişle; bireyin davranışlarını belirleyen belirli motivasyon kalıpları vardır ve kişi bunların hangisine karar vermişse ona uygun karar alacak ve davranacaktır.

Teoride benim ilgimi çeken kısım ise Vroom'un motivasyonu 3 ana etmene ayırması ve bu üçlünün herbirine kişinin ne kadar inandığının davranışı ve eylemi açıkladığını iddia etmesidir. Orjinal teoride "Expactancy, Instrumentality, Valance" olarak yazılan bu üçlüyü sanırım "Beklenti, araçsallık ve değer" olarak tercüme edebiliriz. Kelimelere takılmadan öze, manaya bakalım;

Bir örnek verelim; bir müdür kişisi olsun (M), bir de motive olacak çalışan (Ç), müdür (H) hedefine ulaşmak için (X) işini istesin çalışanından. Teori çalışanın bu X işini yaparken ne kadar motive olacağını açıklamaya çalışıyor.

Beklenti : Ç çalışanı işi başaracağına ne kadar inanıyor? Harcayacağı çabanın onu istenen sonucu almaya götürebileceğine olan güveni de diyebiliriz ve çoğunlukla geçmiş tecrübelerden besleniyor.

Araçsallık : Ç çalışanı X işini tamamlarsa gösterdiği çabanın görüleceğine ve ödüllendirileceğine ne kadar inanıyor? Öncelikli olarak üste duyulan güvene dayanıyor. Bu güven azsa çalışan ödül sistematiğini anlama ve ona uygun davranma eğilimi gösteriyor.

Değer : Çalışanın X işini yapıp H hedefine ulaşsa bile alacağı "ödül"e verdiği referans değeri ifade ediyor.

Eğer benim gibi sorunlu bir çalışansanız bu teoriye bir ek yapmanız gerekiyor. Ben buna "Anlamlılık" diyorum.

Müdürüm bana çok kolay bir iş verse (beklentim %100) ve bitirdiğimde yüksek taktir göreceğimi bilsem (Araçsallık %100) ve başarı sonucu elde edeceğim ödül de büyük ve anlamlı olsa (Değer %100), yine de motivasyonum için yeterli değildir. Benim için ayrıca H hedefinin de anlamlı olması, bu hedefe ulaşmanın işletme için faydası olduğunun anlaşılması gereklidir. Hatta ben anlamlı bir H hedefi görmüşsen eylem için X işinin bana verilmesini de beklemem.

Ancak arızalı bir çalışanın bu konuda saçmalamaması ve gereksiz motivasyon kaybı yaşamaması için "büyük resmi" görme yeteneğini de geliştirmesi hatta cilalaması gerekir. Çoğu durumda ilk bakışta anlamlandıramadığınız işler başka açılardan faydalı olabilir. Lideriniz sizin göremediğiniz politik ilişkileri ya da ekonomik öngörüleri kovalıyor da olabilir. O nedenle eğer iş yerinde öyle bir imkan varsa bunu yönetici ile paylaşmak, tartışmak ve hedefi anlamlı kılmaya çalışmak en geçerli yoldur.


İşi "KARE" ler üretmek olan bir yerde çalışıyorken amiriniz sizden yukarıdaki gibi dikdörtgenler üretmenizi istiyor olabilir. Bu size çok saçma ve anlamsız geliyor da olabilir. Ama bazen yukarıdaki resimdeki gibi, aslında toplam içinde anlamlıdır.



Ateş

Medeniyeti ilerletmiş, önemli teknolojik buluşlara imza atmış olabiliriz. Ama Allah'ın her gün her saniye bize verdiği bazı önemli mesajları almamakta, gerçek değeri anlamamakta ısrar eder insanoğlu.

"Bugün çoğu insan, tüketim ve haz ya da zenginlik ya da şöhret arayan hayatların peşinde…" bu söz kimin biliyor musunuz? Bir de şuna bakın:

"Büyük servet sahibi oldukları için gücü elinde tutan yöneticiler, gençlerin savurganlıklarını yasaklamak ve paralarını harcayıp kendilerini tüketmelerini durdurmak istemiyorlar. Onların amaçları, böyle tedbirsiz insanlara borç vermek ve kendi zenginlik ve nüfuslarının çoğalmasını umarak onların mülklerine el koymak. Para yapıcılar, ellerinden gelen her yere borçlarının zehirli iğnelerini sokmaya devam edecekler."

İlki Aristotales'e, ikincisi Platon'a ait. Neredeyse 2500 yıl önce söylenmiş sözler. Arada geçen zaman diliminde bilebildiğimiz 2 büyük peygamber gelmiş. Neredeyse bütün veliler, düşünürler aynı mesajları vermiş ama anlamamakta ısrar ediyoruz. Hala paranın, mevkinin ya da şöhretin peşinde, genel olarak bir tür şehvetin esaretinde hayatlarımızı ıskalıyoruz.

İnsanların önem verdiği şeyler hayatları boyunca büyük bir hızla değişiyor. Öncelikleri, değer yargıları, yaşama bakışları da öyle. Ama bir gün, hiç beklemediğimiz zamanda olan bir olay, örneğin yakın bir ölüm deneyimi ya da çok sevdiğimiz birini kaybetmek gibi, tüm ezberimizi bozabiliyor ve o güne dek öğrendiğimiz ne varsa bir anda anlamını yitirebiliyor.

Günlerdir hastalığın pençesinde biraz acı çekiyordum. Özellikle geceleri yanıyordum resmen. Doğal olarak bir an önce iyileşmek arzusundaydım. Bir yandan işle ilgili bir yandan evle ilgili meseleler de doğal seyrinde dönüp duruyordu etrafımda. Hayat kendi bildiği gibi oyalıyordu beni.

Sonra bir haber aldım...

Anladım ki 1 haftadır bendeki ateş bedensel ateşmiş ve asıl ateş yanında hiç hükmü yokmuş. Asıl ateş geldimi bedensel ateş 50 dereceye çıksa anlamazmış insan. Ev, iş, para, hayatın rutin meselelerinin tümü incir çekirdeğini doldurmayacak işler olarak geliyormuş bir anda. Hatta bu dünyadaki bütün paralar birleşse ve dahi bir o kadar dahası benim olsa zerre miktarınca faydası olmayabiliyormuş. Bir kez daha bana acziyetimi ve zayıflığımı hatırlattı Tanrı.

Peki ben bunları yeni mi öğreniyorum? Yoo. Daha önce onlarca kez vermişti hayat bana bu dersi ve daha önce onlarca kez bu sonucu çıkarmıştım. Ama her insan kadar aptalım ben de. Anlamamakta ısrar ediyorum.

Bu yazı bu bloğun şimdiye kadar ki çizgisinin ve konularının biraz dışında biliyorum. Ama Hayat ve Felsefe 2/3ünü oluşturuyor başlığın.  Şu an zaten canım yandığından uyup uymamasıyla da pek ilgilenmiyorum. İlerde silerim belki.

Ama kendime not olarak şunu yazmam lazım; sevdiklerine sıkıca sarıl, "aşk"ın peşinden koş sürekli, ne yapıyorsan severek yap ve asla ve asla acziyetini ve zayıflığını unutup böbürlenmeye kalkma. Hayatta bunlardan gayrısı hayalden ibaret.
Blogger Tips And Tricks|Latest Tips For Bloggers Free Backlinks